HARUN TOKAK

İnsan yalan sayıklamaz…

Yağmur serpiştiriyordu.

Güz rüzgârlarında ıslak saçları, yanaklarına yapışmış, bir kız çocuğu, arabaların arasında mendil satıyordu.

Mendil tutan eli üşüyor, akşam soğuğunun sardığı bedeni üşüyordu.

Durup o kız çocuğu ile ilgilenmek istedi ama acelesi vardı.

“Ya yetişemezsem, ya ben varmadan o giderse” diye düşündü ve adımlarını daha bir hızlandırdı. Üzerinde ince, yazlık bir siyah mont vardı.

Hava birden soğuğa kesmişti. Siyah montunun yakasını kaldırdı.

Sonbahar yaprak yaprak dökülüyor, ruhları üşüten bir ayaz hazırlıksız yakalananlara dişini geçirmeye çalışıyordu.

Bu mevsimde ilk defa bu yıl üşüyordu.

Koşar adımlarla yoğun bakım odasına doğru giderken, kendi kendine;

“keşke, sağlığında gideceği yerle ilgili bazı şeyler anlatabilseydim, Allah’a imanı vardı ama Peygamberimiz’e (s.a.v)karşı duyguları berrak değildi.” diye mırıldanıyordu.

Yerdeki kırmızı şeridi takip ederek yoğun bakım servisinin köşesini döndüğünde, Büyük Usta’nın eşi Gülper Hanım’ı gördü.

Ölüm şarkısı dinleyen hüzünlü bir kuğu gibi başını önüne eğmiş öylece duruyordu.

Ayak seslerini işitince, usulca başını kaldırdı ve Erkam Bey’i gördü.

“Ah Erkam’cığım! Halit ağırlaştı buraya aldılar, ne yapacağımı şaşırdım, hatırıma sen geldin, seni çok severdi. İstedim ki son anlarında seninle yanında olalım.”

“Durumu nasıl?”

“Doktorlar umut yok diyorlar”

Koridorda çaresizce bekleşiyor, içeri giremiyorlardı. Biri uzun yıllardır dostuydu diğeri eşi fakat işte o an kuru ve soğuk duvarlar bütün bir yaşanmışlığı hiçe sayarak onları ayırıyordu.

Dünya gözüyle bir kere daha görmek, “seni unutmadık, buradayız” demek duygusu içlerinde kabarıp duruyordu.

Hastanın doktoruna durumu sordular. Cevabı biliyorlardı aslında: “elimizden geleni yapıyoruz”

Öyleyse sıra bir sonraki umutsuz sorudaydı: “Çok kısa da olsa bir görsek” dedi Erkam Bey.

Mümkün değildi.

Hasta hiçbir şekilde rahatsız edilmemeliydi.

Dakikalar ilerledikçe Erkam Bey, mümkün değil demek tam da mümkün olmalı demekse, ya bu son fırsatsa… diye düşünüyordu. Aynı doktor koridorda tekrar görününce son bir umutla ısrar etti. Bu sefer

“Sadece bir kişi ve çok kısa” dedi, doktor.

Kapı içerdeki hemşire tarafından açıldı.

Koyu gölgelerin ışıkla dans ettiği loş bir oda.

Büyük usta, her tarafından hortumlarla cihazlara bağlı, öylece yatmakta.

Bedenine bağlı hortumlar hayata yeniden döndürmek için değil de sanki ölüm korkusundan cesedin içerisinde durmadan oraya buraya kaçan ruhu çekip çıkarmak için takılmış gibidir.

Daha yirmi beş yaşında “Ölüm Peşimizde” senaryosunu kaleme alan Büyük Usta gölge ve ışık oyunları arasında bir Mısır mumyası gibi yatmaktadır.

Setlerde gök gürler gibi “motor” diye haykıran, filmlerinde en mutlu anlara pusu kurmuş ölümle seyirciyi kahreden büyük usta, şimdi kıpırtısız yatıyordu.

Sadece, derinlerden bakan gözlerde fersiz bir ışık , kirpiklerde küçük bir kıpırtı.

O kadar.

Gözleriyle yaşayan bir et kütlesi..

Görenleri hayran bırakan o yosun yeşili gözler, dışarıda, sarı saçalarını güz rüzgarlarına bırakarak gezen sonbaharı, gökyüzünü, yıldızları göremiyordu.

O güzel gözler, daha birkaç gün önce; “saçlarını ilk karşılaştığımız günkü gibi kestirsene” diyerek hastane odasında bile gözlerinde; aşkla ölümün dansını seyrettiği; şimdi yoğun bakım odasının önünde yalnız bir kuğu gibi duran sevgili eşini göremiyordu.

Duvarlar, doktorlar engeldi.

Ölümün loş çeşmesinde yıkanır gibi kendini bırakmıştı billur suların altına.

İçinden geçen “motor” seslerini kimse duymuyordu bile.

Dışarıda, yağmur altında mendil satan kız çocuğu, gökte yıldızlar üşüyordu.

Kalkıp onları ısıtamıyordu.

Yine, uçaklar iniyor, kalkıyor, otobüsler, metrolar tıka basa insan taşıyor, gemiler, arkalarında ak köpükler bırakarak Boğaz’dan geçiyor, martılar soğuk sulara bir konup, bir kalkıyor ama o, yerinden bile kıpırdayamıyordu.

Loş odanın her bir köşesinden ölümün ekolu soğuk sesleri, yankılanıyordu.

Sanatın, yaşadığı hayatın vakarı vardı üzerinde.

Doğrulmak, kalkmak , hayat kalesine yeniden tutunmak, tırmanmak istiyor fakat tuttuğu her taş elinde kalıyor, yine duvarın dibine düşüyordu.

Birden, yoğun bakım odasının kapısından, karanlık bir izbeye dönüşen gönlüne bir sabah ışığı göründü.

Gelen çok sevdiği dostu Erkam Bey’dir. Feri gittikçe azalan yosun yeşili gözleri güler, birden. Eski günler de olsaydı “Aman! Aman! Kimi görüyorum ah Erkamcığım sen misin?” der, boynuna sarılırdı. Kalkmak, sarılmak şöyle dursun, kıpırdamaya mecali yoktur.

Tam da zamanında gelmiştir.

Sağlıklı günlerinde kendisine ne güzel şeyler anlatırdı.

Gönlü berrak bir su şırıltısı olan o genç gelmişti.

Yağmurlu orman akşamlarından kalma gözlerini dikti, Erkam Bey’e.

“Halit Ağabey nasılsısın?”diyen, bir ses yankılanır, ölümün pusu kurduğu duvarlarda.

İçten, yürekten, yakıcı bir sestir bu.

Dudaklarında, o her zaman ki gibi “eyvallah, sağol Erkamcığım!” diyecek kadar derman yoktu.

Sanki bir kuyunun içindeydi.

Bir yıkıntının altında kalmış boğuluyordu.

Gökler katran karasıydı, yıldızlar kaçışıyordu.

Ölümle, öbür dünya ile hiç barışık olmamış, yolu hiç mabetlere uğramamıştı.

Ama şimdi kendisini ölümün buz gibi kollarına bırakmış, feri gittikçe azalan yeşil gözleri ile Erkam Bey’e bakıyordu.

Erkam Bey;

“Yüreği sevgi dolu bu insana sonsuzluğun sahibine doğru giderken bir şeyler söylemenin tam zamanı.”diye düşünerek başladı konuşmaya;

“Halit Ağabey! Bak Allah’a gidiyorsun artık onunla olmak vakti. ‘Allah’tan başka ilah yoktur, Hazreti Muhammed(s.a.v) onun kulu ve Rasulü’dür’ de bu söz, orada senin yolunu aydınlatacak, karanlıklardan kurtaracak”

Dudaklar kıpırdamaz, kıpırdayamaz… derman yoktur.

Setlerde “motor” diye bağıran, dostlarla candan sohbetler eden, kalabalıklara konferanslar veren dudaklarda derman yoktur.

“Halit Ağabey! Dudaklarının söyleyemeyeceğini biliyorum ama; “La ilahe illallah Muhammed’ür-Rasulullah” kelimesini içinden geçir yeter.

“Hem ölüm, bir yokluk değil, bir son değil, kabir de kör bir kuyu değil, bir başka hayat var, hepimiz oraya, Sonsuzluğun Sahibine gidiyoruz.”

Doktor, hastanın mutlu olduğunu görüp sesini çıkarmasa da artık Erkam Bey çıkması gerektiğini anlar.

“Halit Ağabey! Allah’a ısmarladık, hoşça kal, hakkını helal et ” deyip ayrılırken;

Ne dudaklarında “Ne olur biraz daha kal” diyecek hal , ne de kollarında Erkam Bey’in elinden tutacak mecal vardır.

Büyük ustanın, ayak baş parmağını kendine doğru çekerek, kendince “kal “işareti yaptığını fark eden doktor, Erkam Bey’e;

“Biraz daha kalın! Hasta sizin sözlerinizden ve varlığınızdan rahatlıyor ” der.

Bir müddet daha son defa aynı ortamı paylaşırlar.

Dilleriyle değil, gözleriyle konuşurlar. En son gözlerde kalan hayat ışığı da yağı biten bir kandil gibi sönmektedir.

Nihayet artık ayrılma vakti gelmiştir.

Yoğun bakım odasının kapısından çıkıncaya kadar feri gittikçe sönen kehribar gözleriyle takip eder, Erkam Bey’i.

Büyük Usta’nın, doktor ve hemşirelerin dışında dünyada gördüğü son kişi olur, Erkam Bey.

Dışarı çıktığında İçerde olanları Gülper Hanım’a anlatınca ;

“Ah Erkamcığım! sen bilmiyorsun, yukarıda ki odasında Halit, her kendinden geçtiğinde hep, “La ilahe illallah” diye sayıklardı, der.

***

Hastanenin sıcak atmosferinden dışarıya adımını attığında, ıslak yaprakların birer ikişer yere düştüğünü gördü.

Sonbahar, yaprak yaprak dökülüyordu.

İnsan yalan söyler ama asla yalan sayıklayamaz, dedi kendi kendine.

Üzerindeki ince, yazlık montun yakasını yine kaldırdı.

İlk defa bu yıl, bu mevsimde üşüyordu.

Evet, evet, insan yalan söyleyebilir ama yalan sayıklamaz, diye tekrarladı, yarı şaşkın yarı hafiflemiş.

Bulutları, sisleri ve gece ışıklarıyla renkten renge giren İstanbul’da yağmur serpiştiriyordu.

Alacakaranlıkta, akşam zikrine durmuş dervişler gibi salınan ağaçlar sonbahar soğuklarında üşüyordu.

O kız çocuğu, hala mendil satıyordu.

Islak saçları yanaklarına yapışmış o kız çocuğu, güz yağmurlarında üşüyordu.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.