Gitme Üveyikim Seni Vururlar
Muharrem, kutsal adımları başlatan takvimin ilk ayı…
Bundan tam 1441 yıl önce…
Onca yıl sevgi, özlem ve ümitle yaşadıkları vatanlarını terk etmek zorunda bırakılan mazlum Müminler, evlerinin ışıklarını birer ikişer söndürerek Yesrib baharına doğru yol aldılar.
Dünya çapında köklü tesirleri olmuş büyük hareketlerin mensupları mutlaka bir hicret gerçeğiyle karşı karşıya kalmışlar. Yüce davalar asıl başarılarını, muvaffak oldukları bu hicret hâdisesinin sonrasında yakalamışlar.
Geçmişten bugüne değin yüce bir davanın idealist insanları, her ne zaman doğup büyüdükleri çevrede hor görülüp baskı ve yıldırma çabalarına maruz kalmışlarsa, yeni ufuklar aramak ve imanın kök salacağı başka gönüller bulmak için yollara dökülmüş, hicret gibi kudsî bir göçü hayata geçirmişler.
Muharrem ayı aynı zamanda asırları aşarak gelen bir hüznü taşıyor bağrında.
Bu hüznü bir yazıya sığdırmanın mümkün olmadığının farkındayım. En azından birkaç yazıya paylaştırmak istiyorum.
Suya Düşen Kan kitabından ödünç cümleler çokça yer alacak Muharrem yazılarında…
1955’te küçük bir Batı Anadolu köyünde doğmuş biri olarak, her on yılda bir ateşten gömlekler giyip çıkaran bir ülkede nice dönemler yaşadım, nice acılara şahit oldum.
Ama hiçbir dönemde bugünkü kadar Kerbela’yı andıranına şahit olmadım.
Olmadım ama umudumu da hiç yitirmedim. Bunda, çocukluğumun geçtiği o küçük köyde yaşadıklarımın büyük payı vardır.
Dağlar arasındaki o mütevazı köyde, seslerini çağlayanlar gibi duyurmak imkânından mahrum ama pes etmeyen, umudunu hiç kaybetmeyen ışık ruhlu ne kadar çok insanın, o çocuk ruhuma birer emanet gibi yükledikleri hakikatler, benim ve benim gibi nicelerine hayatın dar ve karanlık geçitlerinde yollarını aydınlatan ışık oldu.
Bilmiyorum kaç insanın çocukluğunun geçtiği köyde benimkisi gibi bir Derviş Odası vardı. Ya da kaç insanın yolu, ona kendi küçük köyündeki Derviş Odalarını yeniden yaşatacak kadar talihli odalara düşmüştür.
Mekânlar da tıpkı insanlar gibi; doğuyorlar, belli bir süre yaşıyorlar, sonra ölüyorlar. Ama sadece bazı mekânlar ve bazı insanlar öldükten sonra da yaşamaya devam ediyorlar.
Derviş Odası onlardan biridir.
O oda özellikle kış gecelerinde bir köy akademisi gibi çalışırdı. Köyün bilge insanı Mehmet Hoca uzun kış geceleri, bir zamanların en revaçta olan “Hayber Kalesi”, “Kan Kalesi”, “Hikaye-i Kesikbaş”, “Zaloğlu Rüstem” gibi hikayeleri bu odada okurdu.
Muharrem ayı geldiğinde konu Kerbela olurdu.
Mehmet Hoca, yağan yağmurun şıpıltıları, akan derelerin çağıltıları, kurbağaların insanlara iştirak etmek istercesine feryatları ve sobanın tutturduğu alev musikisi eşliğinde başlardı sohbetlerine…
Miladi 680 yılı…
Şam taraflarından gelen bir atlı arkasında toz duman bırakarak Medine’ye girdi.
Çok geçmeden şehir bir haberle çalkalandı…
“Halife Muaviye öldü.”
Hazreti Hüseyin kararını verdi.
Yezit’e asla biat etmeyecekti.
Bu inandığı dinin ilkelerini çiğnemek olurdu. Yezit gibi ayyaş, hafifmeşrep bir adama biat edilmezdi.
Artık Medine’de durması mümkün değildi.
Yollarda yine göç vardı.
Mehtabın ışığında yıkanan şehir, sürmeli gözlerini göklerden gelen ışıklarla kırparken, İmam Hüseyin elinde bir kandille evinin kapısında göründü…
Büyük ruhların derinleştirdiği diri bir sessizliğin, içli bir musiki gibi yükseldiği şehir dağıyla taşıyla ışıklı bir uykudaydı.
Ay ışığında ağaran Uhud, hörgüç hörgüç gözlerinin önündeydi.
Geçmişte, üzerinde yaşananlardan dolayı mahzundu.
Uhud’da göğüslerini, dedesine siper eden yiğitler düştü hayaline.
Dünyanın tozuna toprağına bulaşmadan giden yiğitler.
Allah’ın Resulü aralarından ayrılalı neredeyse yarım asra yaklaşmıştı.
Halife olduğunda komşunun koyunlarını sağan Ebu Bekirler, devlete ait mumu söndürdükten sonra selam alan Ömerler devri çok gerilerde kalmıştı.
Muaviye’nin babası Ebu Süfyan, Mekke fethinde Mekke’nin reisiydi. Bedir savaşı onun yüzünden olmuş, Uhud’da ve Hendek’te arkasına orduları takıp Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) karşısına dikilmişti.
Ebu Süfyan ve Hanımı Hind’in Mekke fethinde Müslüman olmalarıyla Peygamberin merhamet pınarında eriyip giden Emevi hanedanının benlik davası, Yezit’le birlikte bütün dehşetiyle hortlayacağa benziyordu.
Adaletin olmadığı yerde zorbalık olurdu.
Zulüm gelip kapıya dayandığında yol belliydi, menzil belliydi.
Elindeki kandille gecenin bir vaktinde Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hanımlarından Ümmü Seleme’ye uğradı.
Büyük annesi sayılırdı.
Allah Resulü’nün geride kalan tek hanımı oydu. Yaşı doksanı geçmişti.
İmam Hüseyin’i görünce, “Sen misin oğul.” dedi.
“Benim.”
“Gecenin bu vakti hayırdır oğul”
“Ey Müminlerin annesi! Buralardan gidiyorum, Allah’a emanet ol!”
“Gitme Hüseyin’im! Gitme, toprak kızarıyor, toprak kan kokuyor, gitme üveyikim seni vururlar”
İmam Hüseyin; “Gitmeliyim Müminlerin annesi” dedi.
“Beni burada da sağ koymazlar, gidip Mekke’ye Allah’ın haremine sığınmalıyım.”
Ümmü Seleme Annemiz’in evinden çıkan İmam Hüseyin, elinde bir kandille doğruca dedesinin kabrine yöneldi.
Kandili İki Cihan Serveri dedesinin başucuna bıraktı.
Dedesinin toprağını kokladı.
“Ben gidiyorum Ya Resulallah!” dedi. Bunu sanki inler gibi söyledi. Sözcük yerine acı bir inilti sızdı dudaklarından.
“Bir zamanlar sen Mekke’den göçe zorlanmıştın ya… Şimdi ben tersini yapıyorum Dedeciğim! Medine’den çıkıp Mekke’ye, senin kovulduğun şehre gidiyorum. Bir zaman sana daraldığı gibi dünya şimdi de bana daralıyor.
Son günlerin birinde babamın yardımıyla Mescidine gelmiştin ve ,‘Dağılmayın, birleşin, sizden öncekiler dağıldıkları için helak oldular’ demiştin.
”Ama biz dağılıyoruz Dedeciğim! İslam dünyası dağılıyor, kubbede çatırtılar var.”
Veda vaktiydi…
Cennetü’l Baki’ye yöneldi…
Annesi Fatıma Zehra ve ağabeyi Hasan oradaydı.
Cennetü’l-Baki, mehtabın aydınlığında pırıl pırıl parlıyor, sessiz ve derinden bir hitapla, en hakikatli bir kitap gibi konuşuyordu.
Canlılar susunca mezarlar konuşurdu.
Uhud Dağı’nın tepesinden gülümseyerek yükselen ve gökyüzünde tek başına salınmaya başlayan dolunay, her yeri gümüş bir ışıkla aydınlatıyordu.
Babası İmam Ali, sıkı sıkı tenbih etmişti. “Annenizin vasiyeti.” demişti. “Onu gece ziyaret ediniz, yalnız başınıza gidiniz, yerini kimseye söylemeyiniz.”
Kandili annesinin başucuna koydu. Annesinin mezarının üzerindeki toprağı karıştırıp düzeltti. Mezar toprağını değil, annesinin mübarek bedenini okşuyordu sanki. Onun kokusu ve onun sıcaklığıyla sarmalandığını hissetti bir an. Boğazına bir hıçkırık gelip düğümlendi. Ellerini semaya açarak uzun bir duaya başladı.
Annesi Hakk’a kavuşalı 48 yıl olmuştu.
Çocuk gibi mahzunlaştı. Annesine her geldiğinde neden böyle oluyordu, elli dört yaşındaki adam kendini annesini kaybettiği günlerdeki gibi beş altı yaşlarında bir çocuk gibi hissediyordu.
Annesinin siması geldi gözlerinin önüne: Duru, beyaz, nurlu siması…
Özlemleri, damla damla düştü annesinin toprağına.
“Ben gidiyorum anne!”
Hani bir bayram günü bana ve ağabeyim Hasan’a kendi ellerinle diktiğin elbiseleri giydirmiştin ya!
Benimki kırmızı, ağabeyiminki yeşildi.
Sevincimizden doğruca dedemize koşmuştuk.
Biz mescidin kapısından başımızı bir gösteriyor bir çekiyorduk…
Dedem daha fazla dayanamadı. Minberden indi. Bizi kucaklayıp, minbere çıktı. Başımızı okşadı, gözlerimizden öptü.
Bizi sevip okşarken, Cebrail Aleyhisselam elinde bir toprakla geldi.
Aralarında şöyle bir muhavere geçti.
‘Onları çok mu seviyorsun Ya Rasulallah!’ dedi.
‘Evet.’
‘Ama ümmetin onları şehit edecekler.’
‘Ümmetim mi?’
‘Evet, ümmetin.’
Dedem ağladı. Hem de çok ağladı.
Mescittekiler de ağladı.
O toprak kan kokuyor, o toprak kızarıyor anne! Ben gidiyorum anne! Kaderime doğru gidiyorum!
Hoşçakal Anne!
Devam edecek…