Garsiya’ya Mektup
Nefesleriyle, vahşet ve karanlıklar içinde kıvranan dünyamızda bin bir baharın cilveleşmeye başladığı sevgi süvarilerimiz, gittikleri ülkelerde nasıl başarılı oluyorlar, bulundukları ülkelerde neden bu kadar seviliyorlar?
Yarın okullar açılıyor. Yaz boyunca evlatlarının cıvıltılarına hasret okulların gurbet günleri geride kalırken; gurbetleri vatan kılan, yad ellerde tarih yazan mefkûre muhaciri muallimlerimiz düşüyor hayalime.
“Kim var?” denildiği zaman sağına soluna bakmadan bir adım öne atılan, bozkırları yiğit narası, at kişnemesi, nal sesiyle inleten , dünyayı bir baştan bir başa çiğneyen ama çiçek çiğnemeyen Önden Giden Atlılar…
Bir eli öğrencisinin kalbinde diğer eli Hakk’ın kapısında olan, dünyalıklarını sığdırdıkları bavulları ile yolları bir ip gibi bellerine dolayıp dünyayı dolaşan çağdaş dervişlerimiz…
Şimdilerde herkes onlardan söz ediyor. Bütün dünya onların başarılarını, kurdukları sevgi kulelerini konuşuyor. Nefesleriyle, vahşet ve karanlıklar içinde kıvranan dünyamızda bin bir baharın cilveleşmeye başladığı bu sevgi süvarilerimiz, gittikleri ülkelerde nasıl başarılı oluyorlar, bulundukları ülkelerde neden bu kadar seviliyorlar? Başarı mı sevgiyi doğuruyor yoksa sevgi mi başarıyı getiriyor? Bazen üniversiteyi yeni bitirmiş genç bir öğretmen adını bile ilk defa duyduğu bir ülkeye gittiğinde orada okul açmaya nasıl muvaffak oluyor, yetkililerini nasıl ikna ediyor?
Bu gencecik öğretmenlerin ilk gidişleri ve o ülkelerdeki yaşadıkları başlı başına bir destandır. Niçin ben, beni orada kim karşılayacak, nerede kalacağım, yaşlı annem babam ne olacak? Demeden yollara düşen, yeniden doğuşun ihtişamlı destanını yazan bu kınalı küheylanların ne zaman bir ilk gidiş hikâyesini dinlesem aklıma hep Amerikalı gazeteci Elbert Hubbart’in “Garcia’ya Mektup”u gelir.
“Garcia’ya Mektup”dan etkilenen ilk kişi, New York Merkez Demiryolu İsletmesi yöneticilerinden George Deniels olur. “Garcia’ya Mektup”u beş yüz bin adet bastırır ve “Bu çavuşu örnek alınz” ön yazısıyla işletmenin tüm çalışanlarına dağıtır. “Garcia’ya Mektup”un varlığı, kısa bir süre sonra Rus Demiryolları yöneticilerine ulaşır. Rus Demiryolu Şirketi’nin tüm çalışanlarına dağıtılır. “Garcia’ya Mektup”, demiryolu isçilerinden, Rus Ordusu mensuplarının eline geçer. Japonlarla başlayan savaş için cepheye giden Rus askerlerin tümünün üniformalarının ceplerinde “Garcia’ya Mektup”un bir kopyası bulunur. Japonlar, savaşta tutsak aldıkları Rus askerlerin ceplerinden çıkan “Garcia’ya Mektup”u görünce bunu ciddi bir incelemeden geçirirler. “Mektup” Japoncaya çevrilir ve İmparatora sunulur. “Mektup”tan imparator da etkilenir ve birer kopyasının Japon Hükümetinin tüm üyelerine dağıtılmasını emreder. ABD Deniz Kuvvetleri mensuplarına 1913’de dağıtılan mektubun özel olarak çoğaltılmış kopyaları ise, Birinci Dünya Savasına katılan askerlerin önemli bir bölümünün ceplerinde bulunur. Yaklaşık yüz sene önce yazılmış olan “Garcia’ya Mektup” hala tarihin en fazla okunan makalesi olma özelliğini taşır.
“Garcia’ya Mektup”
Amerika Birleşik Devletleri ve İspanya arasındaki savaşın bir aşamasında ABD Başkanı, Küba’daki isyancıların önderi Garcia’ya bir haber göndermek istedi. Garcia, Küba dağlarında saklanıyordu. Kendisine posta ya da telgraf yoluyla ulaşabilmek imkânsızdı. ABD Başkanı’nın ona, ne denli önemli bir haber göndermek istediğini bilen çevresindekiler, Garcia’ya bir haberin, ancak elden götürülebilecek bir mektupla ulaştırılabileceğini söylediler. Başkanın çaresiz bakışları karşısında yanıt, çevresindeki subayların birinden geldi. ‘Benim birliğimde, Rowan adında bir çavuş vardır’ dedi. Kimsenin nerede olduğunu bilmediği Garcia’yi o bulabilir ve mektubunuzu kendisine ulaştırabilir. Bu yanıta Başkan’ın aklı pek yatmamıştı ama, yapılabilecek başka bir şey de yoktu. Rowan çağrıldı. Kendisine, Garcia’ya gönderilecek mektup uzatıldı ve… ‘Bunu, Garcia’ya teslim edeceksin’ denildi. Rowan mektubu aldı, üniformasının yanındaki deri kesenin içine koydu, kesenin ağzını sıkıca büzdükten sonra, göğsünün üzerine kayışla bağladı. Önce Başkan’a selam verdi, sonra komutanlara, en sonra da kendi komutanına selam verdi, dışarı çıktı. Rowan, yola çıktıktan tam dört gün sonra, gecenin karanlığından da yararlanarak, üstü açık bir kayıkla Küba sahilinin açıklarına vardı. Küba’nın, balta girmemiş ormanlarına dalıp, gözden kaybolduktan üç hafta sonra, adanın öteki yakasında ortaya çıktı. Ülkesinin düşmanı bir ülkeyi, yürüyerek bir uçtan öteki uca geçti ve Garcia’ya, mektubunu teslim etti. Burada size Rowan’in, Garcia’ya mektubu götürebilmek için ne zorluklar atlattığını, ne tehlikeler geçirdiğini anlatacak değilim. Onun, ne denli kahraman bir asker olduğunu da anlatacak değilim. Yalnızca bir noktayı, hem de çok gereksinim duyduğumuz bir noktayı, iyice belirtmek için yazıyorum size tüm bunları. ABD Başkanı’nın makam odasındaki olayı, ana çizgileriyle bir kez daha gözden geçirelim: ABD Başkanı Mckinley, Garcia’ya teslim edilmek üzere Rowan’a bir mektup verdi. Ona yalnızca, ‘Bu mektubu Garcia’ya teslim ediniz’ dedi. Rowan mektubu aldı, göğsüne bağladı, selamını verdi ve odadan çıktı. Lütfen dikkat ediniz: Rowan, ‘Garcia nerede?’ diye bir soru sormadı. ‘Garcia kim?’ diye bir soru da sormadı… Rowan, ülkesindeki her okula heykeli dikilebilecek ve yetişen tüm kuşaklara örnek olarak tanıtılabilecek bir ‘ölümsüz kahraman’dır. Fakat bugünün gençleri onun kahramanlığından çok, başka bir özelliğini örnek almak zorundadırlar. Rowan’in örnek alınması gereken özelliği, verilen görevi sadakatle kabullenmek, o görevi yerine getirebilmek için hemen harekete geçmek ve görevi eksiksiz tamamlayabilmek için tüm enerjilerini bir noktada toplamak disiplinidir. General Garcia simdi yaşamıyor, fakat yeryüzünde başka Garcia’lar var. Ve o Garcia’lara gönderilecek başka mektuplar var…”
Mazlum milletlerin ümit yüklü şafağında güzel nasibin ilk ışıkları olan Işık süvarilerimiz yola çıkarken, tıpkı Rowan gibi hiçbir soru sormadılar. Sadece gittiler. Gittikleri ülkelerde onları kim karşılayacaktı, orada ne gibi zorluklar bekliyordu, anne babalarına ne diyeceklerdi? Bazıları gidecekleri ülkelerin adını bile ilk defa duymuşlardı. Nasıl bir yerdi, can güvenliği var mıydı? Bazıları milli eğitimde görev yapıyorlardı. Gül gibi görevlerini bırakıyorlardı. Sosyal güvenceleri, özlük hakları ne olacaktı. Bu soruların hiç birini sormadılar. Yanlarına aldıkları mesaj ve mektupları bir kutsal emanet gibi bağırlarına bastılar ve kan-ter içinde koştular. Sibirya buzullarına, Afrika çöllerine, Asya steplerine, uzaklardaki kardeşlerine koştular. Bakir topraklara bir bahar yağmuru gibi koştular. Karanlık bozkırlara ışık olup yağdılar. Gittiklerinde sığınacakları bir ağaç gölgesi, derdini dökecekleri bir dost bile bulamayan bu mefkure muhacirleri, bulundukları yerleri iyilik ormanlarına çevirdiler. Hazan diyarlarını gül bahçelerine döndürdüler. * * * Yarın okullar açılıyor. Yaz boyunca yalnızlığın ıssızlığındaki okullar öğrenci cıvıltıları ile dolacak, fedakâr öğretmenlerimiz çok özledikleri öğrencilerine kavuşacak. Yarın, günle birlikte İlim ve irfan yuvası okullarımızın gurbet günleri bitiyor. Benimse yad elleri vatan tutan, sevgililerinin siyah gözlerine koşar gibi gurbetlere koşan Rowan ruhlu, gözü pek ama gönlü ipek muallimlerimiz düşüyor hayalime.