Eve dönen adam…
Hürrem Sultan ülkesi…
En son on yıl önce gördüğüm bu ülkeye, soğuk bir kış günü yeniden yolumuz düştü.
İlk gelişimde, ilk baharın ilk günleri olmasına rağmen kış hala pılısını pırtısı toplayıp gitmemişti. Çekilmeyi ağırdan alan işgal kuvvetleri gibiydi.
Bu ülkede yaşadığım güzel duyguların gün geçtikçe kaybolması gerekirken, aksine yıllar geçtikçe canlılığı ve tazeliğinden hiçbir şey kaybetmemişti.
Ukraynalı bir soylu aile ziyareti ise bu ülkeye karşı duyduğum sevgi ateşinin ilk kıvılcımlarını oluşturuyordu.
Mart’ın hatır gönül bilmez soğuklarından kaçarak kendimizi attığımız o evin sıcaklığını hala içimde hissediyorum.
Yahya Kemal’in şiirleri kadar sıcak, içten, duygulu ve asude bir evdi.
Evin iki evladı vardı. Birisi, bir yıl kadar kısa bir zaman evli kaldıktan sonra kocasından boşanmıştı, diğeri de üniversite birinci sınıfa gidiyordu. Her hallerinden asil aile kızları oldukları belli oluyordu.
On yıl sonra tekrar geldiğim Kiev’de bu aileyi hatırladım. O zamanlar ilk defa geldiğimiz bu ülkede bizi misafir eden bu insanları tekrar görmeyi ne kadar arzu ederdim. Ama aile ilgili elimde hiçbir bilgi yoktu. Hiç birinin isimlerini hatırlamıyordum.
Düşünüyordum ki kader bizi bir yerde karşılaştırsa bile ne ben onları ne de onlar beni tanıyabilirlerdi. Şimdi Anne baba yaşlanmış olmalıydı, çocuklarsa artık herhalde orta yaşlı ev bark sahibi yetişkinlerdi.
Kiev’e bu defa ülkemizin büyük şairi Yahya Kemal’i anmak için geldik.
Toplantı Şevçenko üniversitesindeydi.
Sol yanımda, doktorasını Yahya Kemal üzerine yapmış olan Kiev’deki Türk Lisesi’nin edebiyat öğretmeni Ahmet Aydın Bey vardı.
Sağ yanımda da Türkoloji bölümünden Ukraynalı iki bayan doçent.
Konuşma sırası bana geldiğinde; “Yahya Kemal eve dönen adam”dır, diye başladım sözlerime. Yahya Kemal’i anmak mutluluğunu yaşadığım konuşmama şöyle devam ettim:
Onun çocukluk yılları kendi deyimiyle “uhrevi bir âlem”dir.
Annesi Naki’ye Hanım, beş vakit namazını ihmal etmeyen, dindar, iyi yürekli, ince ruhlu soylu bir kadındır. İlk dini terbiyesini ondan alır.
Lalası Hüseyin Efendi ise; karşısına oturtup ona söylemiş olduğu türküler, anlattığı destanlar, hikâyelerle O’nun milli yanını yoğurur.
On üç yaşındayken annesini kaybeder.
Üsküp’teki evlerinin yakınındaki İsa Bey Camii’nde hemen her akşam annesinin ruhuna Fatiha okumayı ihmal etmez.
On sekizinde İstanbul’a gelir.
Koca Osmanlı Devleti, son yıllarını yaşamaktadır.
Yahya Kemal, o yıllarda İstanbul’u bir zindan, Avrupa’yı da “nurlu bir âlem” görür.
Kendisini bir an evvel Fransızcadan tercüme edilmiş romanlarda okuduğu Paris’in büyülü dünyasına atmak ister.
Paris hayalinde bir yıldız gibi parlamaktadır.
Bir gün, elinde bütün bir dünyasını sığdırdığı valiziyle, Mempis vapuruna binerek Avrupa’ya doğru yola çıktığında henüz daha on dokuz yaşındadır.
Artık o bir “hürriyet!” sevdalısıdır.
Paris yılları, kuvvetli tarih kültürünün, emsalsiz bir şiir kabiliyetiyle kaynaştığı bir Yahya Kemal ortaya çıkarır.
Paris’in ışıltılı geceleri, Yahya Kemal’e göre değildir.
On yıllık bir Avrupa macerasından sonra yeniden İstanbul’a döner.
Evine dönmüştür.
Osmanlının zor yıllarıdır.
Dalları üç kıtayı gölgeleyen koca çınarın yaprakları sonbaharın soğuklarında savrulmaktadır. Yahya Kemal, Fransa yıllarında başkalarında fark ettiği “tarih” ve “toprak” şuurunun kendi neslinde eksik olmasının acısını derinden duyar.
Diğer taraftan da ülkesine döndüğü sırada kendisini içinde bulduğu işgal psikolojisinin yoğun baskısı altındadır.
Cihan harbini kaybetmişizdir.
Anadolu bir baştan bir başa işgal edilir.
Milli acılar dönemi başlamıştır.
“İstiklal Hissimiz” başlıklı yazısında;
“Türkçedeki ‘ya devlet başa ya kuzgun leşe’ sözü öyle bir ifadedir ki insanoğlunun kalbinde yatan ‘azim’ dediğimiz aslan, kükreyerek boşanmış zannedilir. Ezelden ebede kadar Türkü bu sarp söz tarif edecek.”der.
Ümidini hiç yitirmez.
Anadolu’nun her köşesinden bir değil, binlerce aslanın kükreyişi duyulur.
O, Milli Mücadelenin ateşin bir kalemidir.
“Mutlaka şafak sökecek” diye düşünür.
Ve öyle de olur.
Milli mücadele zaferle sonuçlanır.
Yahya Kemal, Lozan Konferansı’na müşavir üye olarak gider.
Sonraki yıllarda Pakistan’a giden ilk Türk elçisi olur.
Karaçi’nin iklim şartları, rahatsızlığı sebebiyle bir yıl sonra geriye döner ve emekliliğini ister.
Çok sevdiği İstanbul’a yerleşir.
Bir gün bir tepeden, başka bir gün bir başka tepeden bakar İstanbul’a.
“Erenköy’ünde Bahar”ı,
Cihangir’den Üsküdar’a doğru gurubu,
Kanlıca’da “Eylül Sonu”nu,
Süleymaniye’de “Bayram Sabahı”nı yaşar.
İstanbul onun için bir şehirden öte bir sevgilidir.
Yıllar sonra yazılarında , şiirlerinde hep çocukluk günlerinde yaşadığı maneviyat dolu dünyayı dile getirir.
Uzaklaştığı lahuti limana geri dönüş arzuları gibidir bunlar;
“Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerde minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler. Biz ki minareler ve ağaçlar arasından ezân sesleri işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete dönebiliriz…”
Yahya Kemal, puslu bir havada bir hayli uzaklaştığı nuranî limanın ışıklarını görmeye başlar. İstanbul’un Üsküdar semtinde bir Ramazan günü iftar topu patladığında o eski çocukluk yıllarında ruhuna şekil veren maneviyat dolu günleri hayal eder.
“Top gürleyip oruç bozulan lahzadan beri
Bir nurlu neşe kapladı kerpiçten evleri
Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür,
Mademki böyle duygularım kaldı çok şükür.”
Ruhuna hadsiz bir gurbet akşamı yaşatan iftardan uzak kalışını bu duygularla dile getirir.
Ömrünün son yıllarına doğru, Suriye, Lübnan ve Mısır’a doğru bir geziye çıkar.
Gençliğinde görmeyi çok arzu ettiği bu ülkelerde dolaşırken, ihtiyarladığının farkına varır.
“Ne Ak Deniz’de şafaklar ne çölde akşamlar,
Ne görmek istediğim Nil ne köhne Ehramlar”
Anlar ki, yolcuya yol görünür serin serviliklere. Canlıların hayatında da mevsimler vardır. Uzun bir sonbahar olan ihtiyarlık, sonun yaklaştığını haber verir.
Bir gerçek olan ölümden korkmaz
“Ölmek kaderde var yaşayıp köhnemek hazin” dir, der.
1884 yılının Aralık ayında karların her yanı kapladığı bir günde Üsküp’te dünyaya gözlerini açan Yahya Kemal, 1958 yılı Kasım’ının ilk günü, kar gibi beyaz elbiseleri ile yeni bir yolculuğa çıkar.
Ebedi evine döner….”
Konuşmamı “O, evine dönen adamdır,” sözleriyle bitirdim.
Son konuşmacı, Türkoloji Bölümünden bir doçentti. Acılarla dolu milli mücadele yıllarımızı ve Yahya Kemal’i görüntüler eşliğinde enfes bir şekilde anlattı.
Güzel bir Türkçe ile konuşuyordu. Ülkemin o acılı yıllarının şairinin, Hürrem Sultan’ın ülkesinde yabancı bir akademisyen tarafından bu kadar güzel anlatılması benim için güzel bir duyguydu.
Kimdi?…
Bu kadar güzel Türkçeyi nasıl öğrenmişti?
Bir başka ülkenin acılı yıllarını nasıl bu kadar yürekten anlatıyordu?
Toplantı bittiğinde, ben bu merakla ona yöneldiğimde o da bir sebeple bana doğru geliyordu.
Mutevazı bir ifadeyle “Beni hatırladınız mı ?” dedi, “Ben İrina. On yıl önce evimize gelmiştiniz. Şimdi benim eşim de bir Türk. Siz belki beni hatırlamazsınız ama biz, sizi Ramazan boyunca eşimle birlikte televizyonda izledik. ” demez mi?
İşte o an “çocuklar gibi şendim.”