Ebedi Nişanlı
T anrı Dağlarının eteklerinde, olağanüstü bir güce ve çevikliğe sahip genç bir avcı yaşarmış.
Kurt ve parsları kolayca avlar, kürkleriyle geçimini sağlarmış.
Bir defasında avcı, akrabalarıyla komşu vadiye şölene gider. Orada çok güzel bir kızla karşılaşır. Birbirlerini sever, aşık olurlar. Avcı neredeyse her gün atına biner, dağları aşar, sevdiği kızın yanına gidermiş. “Ben seninle evlenmek için dünyaya gelmişim” der. Müstakbel nişanlısı da ona ömür boyu yanında olacağına dair söz verirmiş.
Sonunda avcı-damat neredeyse tüm akrabalarını yanına alarak kızı istemek üzere kız tarafına gider. Gelinin ailesi ve akrabalarına öyle hediyeler takdim ederler ki! Yılkılar, sürülerle hayvanlar, keseler dolusu altınlar… Avcı-damata gelince; o da türlü türlü postlar, samur ve sansar kürkleri hediye eder. Fakat hepsinden değerlisi, hediye etmek amacıyla iki omzuna atıp getirdiği göz kamaştıran pars kürkleriydi. Çünkü anlayışlarına göre böylesine değerli kürkleri ancak büyük bir avcı avlayabilirdi.
Coşkun topluluk büyük bir heyecan içerisinde nehrin kıyısına gelir ve yeni çiftin nişanı yapılır.
Kırgızlar en büyük önemi, geleneksel oyun olan ve atlar üzerinde iki sevgili tarafından oynanan “Nişanlını yakala” adlı oyuna veriyorlar.
Genç kız nişanlısından bir kuş hızıyla uçarcasına uzaklaşıyor, nişanlısı da peşinden gidiyormuş. Karşıdan esen rüzgâr her ikisini de âdeta sarmalıyor, öpüyor ve onlara hayatlarında bu yarıştan daha büyük bir mutluluğun olmadığını ve olmayacağını fısıldıyormuş.
Irmak gözüküyormuş ve artık nişanlısının kendisine yetişmesini istiyormuş… Derken arkadan gelmekte olan atın nal sesleri ve horultuları yaklaştıkça yaklaşıyormuş.
Artık bir çift halinde yan yana, üzengileri yapışık olarak gidiyorlarmış. Ama ne çare böylesine mutlu bir tablo sonsuza dek sürmezmiş! Genç avcı atların hızını kesmeksizin nişanlısını kucaklıyor, öteki atın üzerinde yol alan nişanlısı ise ona iyice sokuluyormuş.
“Seni seviyorum, sen benimsin!” diye haykırmış genç avcı.
“Her zaman seninle olacağım!” diyerek karşılık vermiş kız.
Düğünü ise yedi gün sonra avcının dağların ardında bulunan köyünde yapmaya karar verirler.
Fakat burada da kıskanç ve niyeti kara olanlar ortaya çıkar. Onların kin ve hasetleri sadece onun avcılıktaki başarısından dolayı değildi. Aynı zamanda bu yakınlaşma ve akraba olma neticesinde tüm boyların lideri, beyi olacağı yönündeki dedikoduların halk arasında yayılmaya başlamış olmasıydı.Aralarında korkunç bir plan yaptılar ve acımasız bir tuzak hazırladılar.
Nihayet düğün arifesi gelip çatmıştı. Sabahleyin erkenden genç avcı, iki kardeşiyle birlikte saygın misafirlerine etini ikram, postunu da hediye etmek üzere ava çıkmış. Fakat öğle saatlerine doğru uzaklardan beklenmedik feryatlar duyulmuş. Bunlar avcı ve kardeşlerinin arkasından kendilerini aramaya gelen akrabalarıymış. Çok kalabalık ve öfkelilermiş. “Felaket! Felaket! Dur! Geri dön!”diye haykırıyor, bağırlarını döverek korkunç bir haber getirdiklerini söylüyorlarmış. Ona nişanlısının önceki gece eski sevgilisiyle kaçtığının haberini vermişler.
Avcı-damat şaşkınlıktan donakalmış, rengi solmuş, dili tutulmuş ve sessizliğin karanlıklarına gömülmüş.
Akrabaları alelacele kaçanların peşine düşmek için hazırlanırken, o an avcının dili çözülmüş; “Durun ve susun! Ben hiçbir yere gitmiyorum! Eğer bu, başıma gelen bir lanet ise ben de onu, o namussuzu lanetliyorum! İnsan olarak yaşamaktansa hayvan olmak evladır! Şimdi defolun gidin! Artık yeryüzünde bir insan yüzü bile görmeyeceğim ve beni de hiçbir insan gözü görmeyecek. Beni duydunuz değil mi? Şimdi defolun, gözüm görmesin sizi! Ve beni sakın aramayın!” diyerek atından inmiş ve yürüyerek dağa doğru yola koyulmuş.
Bir daha gören olmamış onu.
Aslında nişanlı kızın kimseyle kaçmadığını, bu olayın kahpece ve haince planlanmış bir iftira olduğunu henüz kimse bilmiyormuş. İşin gerçeği o gece ellerini bağlayarak ata bindirip onu gizlice kaçırmışlar. Fakat nişanlandıkları nehrin kıyısına geldiklerinde iki kolundan tutup karşıya geçirmek istediklerinde ellerini çözmek mecburiyetinde kalmışlar. Bu durum kurtuluşuna vesile olmuş. Bir hamlede ellerinden sıyrılıp kendini suya atmış. Kendisini kaçıranlar da arkasından suya atlamışlar, ama o çoktan ırmağın taşkın dalgalarında gözden kaybolmuş. Irmak onu kurtarmış, kendisini kaçıranları ise akıntı boyunca aşağılara sürüklemiş taşlara çarpa çarpa parçalamış.
Mucize eseri kurtulan nişanlı kız, bir kuş gibi nişanlısının akrabaların yanında belirivermiş. Avcı-damadın yakınları kızın başına gelenleri öğrenmeye çalışmışlar.
O da nişanlısının arkasından gözlerden kaybolup gitmiş. O gün bu gündür “neredesin, neredesin avcım benim, ses ver sesime” sesleri duyulur dağlarda.
İşte o günden beri dağlarda Ebedi Nişanlı sırrı yaşamakta ve uzaklarda, çok uzaklarda, onların sonsuz feryadı duyulmaktadır.”
Bu hikayeyi dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’ un son eseri “dağlar devrilirken” adlı eserinden özetleyerek aldım.
Kalemiyle demirperdeyi yıkan ve Doğu bloğunun özgürlüğe taşınmasında büyük payı olan yazar, Ufuk Kitap’tan çıkan son romanında, küresel kin ve ihtirasların insanlığın başına ne gaileler açtığını “ebedi nişanlı” gibi acıklı bir efsane üzerinden işliyor.
Aytmatov, “Beyaz Gemi”de kaybettiği adsız oğlanları buldu mu, yüreklere ekmeye çalıştığı sevgi tohumları filizlendi mi, bilemiyoruz ama Demirperde’nin yıkılışından sonra yazdığı eserlerde de bulduğuna dair bir işaret göremiyoruz. Derin bir inkisar yaşadığı kesin. İnsanların hala “ölmek ve öldürmek” duygularından vaz geçmediğini, bilakis küreselleşmeyle birlikte düşmanlığın, kinin, nefretin, ihanetin de evrenselleştiğini dile getiriyor.
Ebedi nişanlının, Tanrı Dağlarında “neredesin avcım” diye sevgilisini arayışında; aslında insanlık için sevgi ve barış arayışı var.
Cihan harplerinde trenlerin tekerlekleri raylara vurarak vagonlarında “öldürmek ya da ölmek” için asker ve silah taşıyorlardı. Bu gün uçaklar ve en son teknoloji ile üretilmiş yeni vasıtalar savaş denilen insanlık cinayetini bir canavar gibi beslemeye devam ediyorlar.
Komünizmin karanlığından kurtulan insanlığın şimdi de kapitalizmin vahşi pençelerinde can verdiğini dile getiren yazar, dağların devrildiğini hissederek insanlığa “dünya yerinde mi?” diye soruyor.
Nice insanlar nice sevgi pınarlarını hiç tatmadılar ve hiç anlamadılar.