Derin Anadolu’nun aydınları…
Orta Anadolu’da bir şehir…
Binlerce yıl önce kayalar oyularak yapılan peribacalarına akşam çöküyor.
Açık kapı ve pencerelerinden karanlığı içine çekerek uykuya dalıyor Peribacaları.
Nevşehir’in şirin ve sessiz ilçesi Kozaklı’da yapılacak “6. Ufuk Turu Toplantıları” için yollardayız.
Ilık bir rüzgar tarlalarda yeni göğermiş ekinlerin başını okşuyor.
Şehri çıktığımızda gececi canlıların karanlıkta özgürce ve gönüllerince haykırışları duyulmaya başlıyor.
Gece, geç vakit ulaşıyoruz otelimize.
Sabah, kaldığım odanın balkonuna adım atar atmaz, tatlı bir esintinin yumuşak kollarında buluyorum kendimi.
Otelimiz yemyeşil bir vadiye, ekin tarlalarına, geniş ve yeşil sırtlara bakıyor.
Baharın güzelliği gözlerden ruhlara doluyor.
Bir defa daha anlıyorum ki Anadolu’da bahar bir başka güzel.
Hazırlıklarımı bitirerek toplantının yapılacağı salona iniyorum.
Konya merkezli sivil toplum kuruluşlarının tertip ettiği “Ufuk Turu Toplantıları”nda bu yıl üç yüze yakın katılımcı var.
Konu; “Birlikte yaşama”
Ülke meselelerini yakından takip eden derin Anadolu aydınları ile İstanbul ve Ankara’daki entellektüelleri buluşturmayı hedefleyen toplantının davetlileri arasında; Hayreddin Karaman, Ali Bulaç, Ahmet Davutoğlu, Alpaslan Açıkgenç, Rasim Özdenören, Mustafa Armağan, Necdet Subaşı, Yasin Aktay gibi isimler var.
Oturumların arasında veya sonrasında, Anadolu’nun dört bir yanından gelen insanlar, günün hemen her saatinde bala üşüşmüş arı öbekleri gibi, geniş ve güzel lobide karşılıklı sohbet halinde.
Hemen her konuyla çok yakından ilgililer.
Her soru yeni bir sohbet kapısını aralıyor.
Bana yöneltilen sorular tahmin edeceğiniz gibi daha çok “diyalog” üzerinde yoğunlaşıyor.
Öncelikle “Niçin diyalog?” diyorlar.
Uzun uzun anlatıyorum;
“Diyalog dedik…
Çünkü Türkiye’deki farklı toplumsal kesimlerin ve siyasi ekollerin arasında bir iletişimsizlik olduğunu görüyorduk.
Bu iletişimsizlik karşılıklı önyargı ve nefretleri körüklemiş ve bu durum hepimizin bildiği gibi Türkiye tarihinde çeşitli dönemlerde şiddete yol açmıştır.
1980 öncesi onbinlerce gencimizi kaybettik.
İşte biz bu nedenle diyaloğu savunmakla kalmadık hayata geçirmek için kolları sıvadık.
Öncelikle 1995 yılında hoşgörü ödülleri ile başladık;
Çok ses getirdi.
Sevgi ve hoşgörü ilk defa ödüllendiriliyordu.
Sonra iftar sofralarında her kesimden insanlar bir araya getirildi.
1996 yılında organize edilen dünya karması ve milli takım arasında oynanan maçın geliri ile Bosna’da okullar açıldı.
Bu okullarda şimdi Boşnak, Hırvat ve Sırp öğrenciler birlikte okuyorlar.
Babaları gibi kavga etmeyi değil, kardeşçe yaşamayı öğreniyorlar.
Dünyanın en büyük barış projesi olan bu okullar, bildiğiniz gibi, bu gün yüzden fazla ülkede faaliyet gösteriyor.
Umutsuzluğun gecesine bir şafak parıltısı gibi doğan bu okullar, ırkı, rengi, dili ve dini bir birinden farklı öğrencileriyle, birlikte yaşamanın barış adacıklarını oluşturuyor. Yüreği ayrılıklarla yaralı yaşlı dünyamıza bir bahar esintisidir bu okullar.”
Otelin şeffaf çatısından güneş ışık yağmuru serpiyor.
Sohbetler daha bir berrak.
Bir diğer sohbet konusu Abant Toplantıları.
“Abant Toplantıları diyaloğun bilimsel boyutuydu” diye başladım sözlerime.
“1998 yılında yapılan ilk Abant toplantısına ilahiyatçılardan ateistlere, liberallerden milliyetçilere kadar her kesimden insan katıldı. Bu değerli aydınlarımızın bazıları ilk defa kendileriyle taban tabana zıt görüşlere sahip kişiler ile bu kadar yakın bir fikri temasa geçmiş oluyordu. Hararetli tartışmalar yaşandı kuşkusuz. Ama sonuçta her fikrin özgürce ifade edilebildiği, farklılıkların çatışma sebebi olmadığı bir ruh, yani “Abant Ruhu” doğmuş oldu.
Abant’ı Türkiye içinde defalarca düzenlemekle kalmadık, Brüksel, Washington, Paris, Kahire gibi yabancı merkezlere de taşıdık. Amacımız, Türk aydınları ile bu merkezlerdeki yabancı aydınlar arasında diyalog kurulmasına katkı sağlamaktı. Bu açıdan önemli sonuçlar aldığımızı söyleyebilirim.
Abant Platformu, diyalog bayrağını en son olarak Kuzey Irak’ın başkenti Erbil’e taşıdı. Yıllardır Türkiye ile sürekli sürtüşme ve atışma halinde bulunan bölgesel Kürt yönetiminin aydınları ile birlikte, kavga yerine uzlaşı ve işbirliğini nasıl inşa edebileceğimizi konuştuk. Türkiye’den ilk defa böylesine geniş kapsamlı bir heyeti karşılayan Kuzey Iraklı Kürtler, Abant ruhundan olumlu etkilendiler.
Erbil Abant üzerine şüphesiz çok yazıldı, çizildi. Ama bana göre Irak’ı en iyi bilenlerden biri olan Cengiz Çandar’ın 15 Şubat 2009 tarihinde köşesinde yazdıkları çok ilginçti. Çandar’a göre Erbil Abant, şimdiye kadar bölge için atılmış en tesirli ve en umut verici bir adımdı.
Bir diğer sohbet konusu dinler arası diyalog…
Dilimin döndüğü kadar bu konuya da değiniyorum;
“Bize göre diyalog sadece siyasi ve sosyal kesimler arasında değil, aynı zamanda farklı dinlerin mensupları arasında da gereklidir.
Bazı çevreler bizi diyalog adı altında İslamiyet’ten taviz vermekle suçladılar. Oysa diyalogun amacı inancımızdan taviz vermek değil, o inancı başka insanlara anlatmak ve temsil etmek için fırsat bulabilmektir.
Birbirimizi daha yakından tanımak ve insanlığın meselelerine ortak çareler üretebilmektir.
İnsanın özünde varolan sevgiyi harekete geçirebilmektir.
Nitekim, çağrıldıkları iftar sofralarına, Türkiye Hahambaşılığı ve Ermeni Patrikliği yıllardan beri verdikleri iftarlarla cevap vermişlerdir.
Bir iftar yemeğinde Patrik Bartelemeos basına, Yorgo isminde asker bir gençten aldığı mektubu anlatmıştı: “Burada Müslüman bir arkadaşım bir gün bana dedi ki; ‘Sizin patriğinizle Fethullah Gülen Hoca elele tutuşunca anladım ki bizim kavga yerine birbirimize saygı göstermemiz lazım. Yoksa içimden seni burada evire çevire dövmek geliyordu’
Türk Musevilerinin; “500 yıl önce Osmanlı bizi hatırlamıştı bu günde siz bizleri hatırladınız” sözleri bir hayli manidardır.
Anadolu toprakları çok dinli ve çok kültürlüdür.
Diyalog çalışmaları, kendimize olan öz güveni ortaya koymakta ve ülkemizin dışarıdaki imajına olumlu katkı sağlamaktadır.
Diyalog çalışmaları vesilesiyle bu şekilde İslam’a yakınlaşan pek çok insan olduğunu belirtmeliyim.
Vatikan İstanbul Temsilcisi George Maroviçh’in Fethullah Gülen Hocaefendi’yi yakından tanıdıktan sonra; “Sevgi ve hoşgörü esasına dayalı gerçek İslamiyet’i, biz ondan öğrendik. O bize Müslümanlığı ve Hz Muhammedi sevdirdi. O Hıristiyan cemaatimizi çok etkiledi.” sözleri buna güzel bir örnektir.
Batı’da “İslamofobya” tehlikesinin geliştiğini, bazı kasıtlı odakların İslam’la terörü yanyana getirerek propaganda yürüttüğünü hepimiz biliyor ve görüyoruz.
İslamofobya, yani İslam’a yönelik önyargı ve husumet, sadece “İslamofobya yasaklansın” diyerek önlenebilir mi?
Biz bu sorun karşısındaki en iyi çarenin diyalog olduğu kanısındayız. Nitekim bugüne dek edindiğimiz tecrübe de bunu doğrulamaktadır.
Son 15 yıl içinde binlerce gayrı Müslim ile tanışma ve onlarla diyaloga girme fırsatı buldum. Hepsinin sonunda söylediği, “bize Batı’da İslam’ı böyle tanıtmıyorlar, bütün Müslümanların bize düşman olduğunu sanıyorduk, şimdi fikrimiz değişti” gibi sözlerdir. Hayreddin Karaman Hoca, insanlarla münasebetleri üçe ayırmaktadır.
Birincisi kavga etmek, savaşmak. İkincisi konuşmamak, muhatap almamak. Üçüncüsü de konuşmak, diyalog kurmak.
Sorular birbirini takip ediyor ve sohbetler uzayıp gidiyordu. Ama sayılı günler ve hele de güzel günler çabuk geçerdi ya, yine öyle oldu..
Ilık güneşe çiçekli dallarını sermiş ağaçlardan, dallardan birbirine seslenen kuşlardan, berrak su şırıltılarından ve de, derin Anadolu’nun o güzel insanlarından, baharın, alımlı bir güzel gibi sarışın ikindilerin serinliğine sarınıp gezintiye çıktığı bir vakitte ayrıldık.
Orta Anadolu’da bir şehir…
Ilık rüzgarlar, okşuyor göğermiş ekinleri.
Sıra sıra kuşlar kanat çırpıyor Boğazlıyan çayı vadisinde. Peribacalarına akşam çöküyor.
İnsanın içine ürperti salan Peribacaları, açık kapı ve pencerelerinden karanlığı içine çekerek uykuya dalıyor.
Ve bir türkü doluyor yüreklerimize:
“Anadolu! Anadolu! Dört bir yanı sevgi dolu.”