HARUN TOKAK

Çifte Sultanlar

Koca Mustafa Paşa’ daki Sümbül Efendi Camii’nin avlusuna girdiğimde, nur yüzlü ihtiyarlar, abdestlerini almışlar çınarların altındaki peykelerde akşam ezanını bekliyorlardı.

Avlunun ortasında yan yana yatan Çifte Sultanlar , günün son kızıl ışıklarında şehre rayihalı bir huzur katıyorlardı.

Başuçlarında, aşk ateşinde bağrı yanmış bir derviş gibi kuru çınar daimi nöbetinde…

Sultanların kabirlerini keşfeden Sümbül Efendi ayak uçlarına uzanıvermiş…

Bizans kralının kızı, Katerina da avlunun az ilerisinde, Sarı Sıdık’a adıyla bir başına öylece duruyordu.

Türbenin demir parmaklığına asılı levhada, İstanbul’un gönlünde yatan bu Çifte Sultanlar’ın hazin hikayesi yazılı.

Kerbela katliamından sağ kurtulan Ehl-i Beyt’in mümtaze kadınlardan Fatma ve Sakine sultanlar Hz Hüseyin Efendimiz’in kızlarıdır. Yaşadıkları onca eza ve cefa yetmiyormuş gibi bir de Yezit tarafından Bizans sarayına cariye olarak satılmışlardır…

Bizans Kral’ı Konstantin, Peygamber torunu olduğunu öğrendiği Sultanları , din değiştirmeye ve oğullarıyla evlenmeye zorlar , kararlarını vermeleri için bir ay süre tanır ve onları sarayda karanlık bir hücreye kapatır.

O daracık, o karanlık hücrede, geceler boyunca birbirine sarılıp ağlarlar. Yorgun yüzlerinde; Kerbela’dan Şam’a susuz ve perişan sürüklenişlerinin izleri, korkuları ve çaresizlikleri vardır.

Bizans gecelerinin siyah saçlarını, nurdan elleriyle çözerek yeni bir çağa hazırlayan bu soylu sultanların azap dolu günleri dua ve gözyaşına dönüşür.

“Bu insanların eline koma bizi Allah’ım! Namahrem eli değmesin vücudumuza.”

Sürenin dolduğu gün büyük bir gıcırtıyla açılır hücrelerinin kapısı. Sarayın görevlileri gördükleri karşısında donar kalırlar.

Başlarını birbirine değdirmiş hüzünlü kuğular gibi, yan yana uzanıvermişlerdir.

***

Gece geç vakit eve döndüğümde yüreğim yorgundu.

Ve ben bir başıma odamdayım…

Odamın ışığını söndürüp pencerenin önüne oturdum.

Işıltılı bir gece bütün ihtişamıyla gözlerimin önündeydi.

Ey sırlarla dolu geceler! Neler barındırıyorsunuz bağrınızda! Diye düşünürken; gecenin ıssızlığında, günümüzün çifte sultanları sessizce süzülüveriyor hâtırama.

Elif ve Leman Sultanlar…

Beyaz Gecelerin çifte sultanları…

Birisi Boğaziçi’ni diğeri, Marmara Edebiyatı bitirdikleri yıl, tayinleri, Baltık Denizi kıyısındaki bir şehre çıkar.

Leman Öğretmen için de önündeki engelleri aşmak pek kolay olmasa da, ailesi Elif Öğretmeni asla göndermek istemez.

Babası, Köy Enstitüsü mezunudur.

Oldum olası yurt dışındaki Türk okullarına ve onların fikir öncülerine soğuktur.

Bu çilekeş öğretmenlerimizin görev yapacakları kız kolejinin hikayesi de oldukça ilginçtir. Birkaç yıl önce bu şehirde Türklerin açtığı erkek kolejinden ziyadesiyle memnun olan veliler, kız öğrencileri de okutmaları için ısrar ederler.

İzin için müracaat edildiğinde, milli eğitim yetkilileri;

“O okula asla kız öğrenci kabul etmeyiz, okulun eğitim kalitesinden ve çocukların terbiyelerinden çok memnunuz. Kalitenin bozulmasından korkarız, biz size müstakil bir bina verelim ve kız koleji açın” derler.

Veliler de, yetkililer de, çocuklar, alkol, uyuşturucu ve terör gibi her türlü kötü alışkanlıktan uzak tutuldukları için son derece memnundurlar.

Böylece ilk yıl kız öğrenciler için , devlet okulundan bir kat tahsis edilir.

Yirmi dört öğrenci ile başlanır eğitime.

Leman ve Elif Öğretmen bekar oldukları için geceleri öğrencilerin başında kalırlar.

O yılkı öğrencilerin bazıları anne babalarının zoruyla Türk Okulu’na kayıt yaptırmışlardır.

Bu öğrenciler, değişik yöntemlerle öğretmenlerini, bu sevdadan vazgeçirmek için akıllarına gelen her yolu denerler.

Sürekli gürültü çıkarmak, Türkleri aşağılayıcı yazıları ansiklopedilerden çıkarıp duvar gazetesine asmak, öğretmenlerin kaldıkları odanın duvarını sabahlara kadar tekmelemek, kapılarının altından izmarit atmak, gecenin her saatinde kapılarını çalmak, bıktırma yöntemlerinden sadece bir kaçıdır.

Toplantılarda, koridorlarda sürekli öğretmenlerin isimlerini anarak, suratlarını asarak konuşurlar ; öğretmenlerin anlamadığı dilde.

Hele bir gün iş iyice çığırından çıkar. Birkaç öğrenci diğer arkadaşlarını da ikna ederek yataklarını koridora çıkartırlar. Öğretmenlerine;

“Siz buradan gitmeden bu yatakları içeri almayacağız” derler.

Kışın dondurucu soğukları da başlamış, her taraf buz kesmektedir.

Elif Öğretmen, tipiye tutulmuş yalnız bir kuğu gibi dalgın bir şekilde şehrin buz kestiği bir gün, cam gibi yolda yürürken, kayar ve düşer. Başını sert bir şekilde çarpar, buzlara.

Travma geçirir.

Uzun süre hastanede yatmak zorunda kalır.

Hastane hastane dolaşır. İkinci dönem okula gidemez.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir gün babasına;

“Senin kızın filancalara karışmış” dediklerini, babasının bunu duyunca; düşüne düşüne beyninin çöktüğünü ve zavallı annesinin onu Çapa’ya yatırdığını öğrenir.

Velhasıl çifte sultanlar zordadır…

İstanbul’un gönlündeki çifte sultanlar gibi, onlar da dertlerini gecelere dökerler…

El-ayak çekildiğinde, gecenin sessizliğinde, birbirlerine sarılıp kumrular gibi ağlayarak, Allah’a dua edip yalvarırlar;

“Allah’ım! Ne olur bizim yüzümüzden bu okul kapanmasın, biz bunun vebalini kaldıramayız.”

Kararlıydılar…

Çünkü onlar koşmaya yazgılıydılar, “taş bağırda, sular dizde”de olsa yürümeye yazgılıydılar.

Her taşı musikiyle örülü bu şehirde, yeni bir şarkının bestesini yazmaya yazgılıydılar.

Beyinleri zonklar, başları çatlayacak gibi ağrır.

Öğrencilerin isyan günleri tam iki yıl sürer.

Bir bahar esintisi gibi Ramazan gelmiştir ama Ramazan’ın geldiğini onlara sadece takvimler söyler.

İki yılın geride kaldığı günlerin birinde, Elif Öğretmeni Hristiyan bir aile, gece evlerinde yatılı olarak misafir etmek ister.

İlk defa böyle bir teklifle karşılaşırlar.

“Bu gece de sahura kalkmadan oruç tutarım” diyerek kabul eder.

Ev iki odalı küçük bir ev olmasına rağmen Elif Öğretmene bir oda tahsis ederler.

Sahur vakti, kaldırılan Elif Öğretmen gördükleri karşısında gözlerine inanamaz.

Evin annesi erkenden kalkmış ve o daracık mutfakta zengin bir sofra hazırlamıştır.

Bu bereketli gece, bundan sonra başlayacak güzel günlerin habercisi gibidir. Duaları kabul olmuştur.

Ertesi yıl, okul binasının tamamı kendilerine tahsis edilir.

Öğrenciler bu okulda okuyabilmek için adeta yarışırlar, giremeyenler, üzülür, ağlarlar.

Öğretmenlerine çektiren öğrencilerin hemen hepsi , yaptıklarından dolayı özür dilerler.

“Azim” adındaki at, beyaz gecelerin süt mavisi aydınlıklarında dolu dizgin koşmaya başlar.

***

Gece bir hayli ilerliyor.

Ben, hala odamdayım.

Bir başıma…

Gurbetin avucunda sıktığı odamda.

Gece bütün ihtişamı ile gözlerimin önünde.

Nihayet karşımdaki evlerin ölgün ışıkları da birer ikişer sönüyor ve ben gecenin özgürlüğünde kendi yalnızlığıma gömülüyorum.

Gece sultanlarının yürek yangınlarında açan güllerin bahar esintisi kokuları doluveriyor odama.

“Ey sırlarla dolu geceler! Neler barındırıyorsunuz bağrınızda!” derken, gecelerin siyah saçlarına bir ışık huzmesi gibi düşen, dünün ve bu günün çifte sultanları geliyor gözlerimin önüne.

Buluşuyorlar…

Surların dibinde Sümbül Efendi de buluşuyorlar.

Baltık Denizi kıyısında süt mavisi Beyaz Geceler’de buluşuyorlar…

Buzulların beyazlığında Kuzey Işıkları’nda buluşuyorlar…

Gecenin gönlünde buluşuyorlar…

Ve gece, çifte sultanların şölenine sahne oluyor.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.