HARUN TOKAK

Çay Koy Keçeli Biz Geliyoruz

Güzel bir kış gecesi…

Arabamız, yağmurların yıkadığı gür ormanların arasındaki ıslak yolda hızla ilerliyor.

Uzaklardan ormanların hüzünlü uğultuları duyuluyor.

Bu mevsimde insan; düşünceleri ile kararan gökler arasında sıkışıyor ve kendini hiç bahar görmeyen, soğuk güz gülleri gibi hissediyor.

Tıpkı yollar, ağaçlar, yamaçlar gibi duygular da sisli ve ıslak…

Her mevsim ayrı bir güzel ama ben yine de kışları daha çok seviyorum.

Her kışın göz yaşında yeni bir bahar çağlıyor.

Nihayet telefonuma tutuşturulan adrese varıyoruz.

Burası tek katlı biraz büyükçe bir kamp evi…

Davet sahibi kapıda karşılıyor bizi.

Aman Allah’ım! Bu ne güzel bir manzara…

Otuz kırk kadar üniversite öğrencisi kızımız uzunca bir masanın etrafında oturmuşlar kitap okuyorlar.

Yüzleri pırıl pırıl

Sanırsınız gökteki melekler yere inmiş.

Herkesin tatil için bir yerlere gittiği bu mevsimde onlar öğretmenleri ile tabiatın bu müstesna köşesinde kitap okumak için bir araya gelmişler.

Christmas münasebetiyle kuzeyin bu soğuk ülkesinde birçok yerde böyle kamplar yapılıyor.

Sadece burada değil dünyanın hemen her bölgesinde Hizmet’e gönül vermiş insanımız asude yerlerde kamplar yapıyorlar.

Canlı bağlantılarla gerçekleştirilen sohbetlerdeki inşirah verici sahnelerden biliyorum.

Hocaefendi onca yaşına ve onca hastalığına rağmen kamplardaki kardeşlerimize selam ve dualarını gönderdi.

Kıtalar birbirine seslendi.

Bütün kıtalardan yükselen “ve aleykümselam” sesleri göklerde buluştu.

Bu sahneleri gördükçe, duydukça hayalim yıllar öncesine gidiyor.

Yeni bir dünyanın temellerinin atıldığı ilk kamplara…

Karşımdaki pırıl pırıl üniversite gençleriyle o günleri konuşuyoruz.

İzmir’e gelişinin 2. yılında Hocaefendi, o vakte kadar hiç yapılmayan bir şey yapıyor. 1968 yılından itibaren yazları talebeleri kampa götürüyor.

O kamp evinde Hocaefendi’den dinliyoruz o güzel günleri…

“Üst üste üç sene, yaz aylarında gerçekleştirilen bu ilk kamplar, yer olarak Buca ile Kaynaklar Köyü ortasında etrafı tarlalarla çevrili küçük bir çamlıkta kurulmuştu.

Etrafta, kendi tarlalarındaki tütünleri işleyen köylülerin kaldıkları minik çardaklardan başka da meskûn saha yoktu. Sessiz, havadar ve o günkü imkânlar içinde güzel bir yerdi.

Kampa gidecek araba olmadığı için köyün minibüsü ile gidiliyordu.

Köylüler bizi cidden seviyor ve ellerindeki imkânlarla destekliyordu. İkinci sene talebe sayısı iki yüze yükseldi. Üçüncü sene ise üç yüze çıktı. Tabii ki, bu her gün orada bulunanların mevcudu. Bazıları beş-on gün kalıp gidiyor, yerine başkaları geliyordu. Kamp bir sevkiyat ocağı gibi çalışıyordu.

Kamptaki bütün işler bana bakıyordu. Ders okutur, sonra da kalkar yemeklere bakardım. Bazen sütlaç da yapıyordum. Dağıtımını da yine kendim yapıyordum. Onun bile kendine göre bir zevki vardı. Sandalyeye oturur, kepçeyi elime alır, herkes elindeki tasıyla gelir, sıraya geçer, ben de “Bir kepçe halib, salli alel Habib” derdim.

Sütlacını alan giderdi.

Bu ilk kamplar, ruhani zevk duyduğum ve derinlemesine bu hazzı yaşadığım en bereketli kamplar oldu. O kampları hiç unutamayacağım.

Geceleri kalkıp ibadet etme, o kısa gecelerde erkenden kalkıp sabah namazına hazırlanma, geceleri geç vakte kadar kitap okuma, hakikaten yeryüzünde olmayan bir hayat iklimiydi.

Evet, iman hizmetleri adına, bütün Türkiye’deki hizmete denk hizmet edildiği söylenebilir bu kamplarda. O gün, herkes her yerde bu kampları solukluyordu. Kamplar adeta dillere destan olmuştu.

Kamp günleri, bütün benliğimize sinen, derinlemesine ruhlarımızda yaşanan ve uhrevî hazlarıyla tasavvurlarımızı aşan hayatın tam cennetçesiydi…

Her gece seherin bağrında ve üns esintileri içinde, su sesi, yaprak hışırtısı, kuş cıvıltısı, bazen de tatlı bir meltemle uyanır; âh u enîn dinlemeye teşne seccadelere koşar ve berzâh koridoru için hazırlayıp, gecenin koyulaştığı demlerde ışığına koştuğumuz meşâleyi bir kere daha lebrîz eder, sonra da îmanlı gönüllerin kabirde haşri bekledikleri gibi, güneşin doğuşunu beklemeye koyulurduk…

Her sabah güneş, ağaçların dalları arasından sızarak, altın ve yakuttan çubuklarıyla yaprakların cümbüşünü başlarımızın üstüne salar, gözlerimizin içine sokar; derken, en tatlı esintilerle, güneşli, neşeli, pırıl pırıl bir yeni gün çadır ve çardaklarımızın içine dolar; dolar da bizleri en baş döndürücü rüyalar âleminde yaşatırdı.

Kuşluktan sonra o olgun ve herkesi kendi ruhuna çeken sımsıcak, oldukça ağır saatler bastırır ve hepimizi çamların, çınarların bağrına iterdi.

İkindi sonrası o mavimtırak saatlerde, güneşin altın ışıkları yavaş yavaş erimeye yüz tutar, bizler de daha içli, daha derin akşamların mor saatlerini hissetmeye başlardık.

Güneş, elindeki sarı mendilini çamların, çınarların üstünde bize sallarken, gurubu bütün hüznüyle duyar, ürperir ve yavaş yavaş solan her şeyin çehresinde fenâ ve zevâlin o titreten damgasını görür, tam “Ben batıp gidenleri sevmem.” mülâhazasıyla sarsılıp yıkılacağımız an “Ben, boyun eğip, gözümü, gönlümü gökleri ve yeri yaratan Allah’a çevirdim.” nefesleriyle yeniden toparlanır ve gecenin, insanları derin mülâhazalara salan iklimlerinde dolaşmaya hazırlanırdık.

Akşamla beraber, her zaman tatlı tatlı esen rüzgârlar biraz sertleşir, bazen de poyraz gibi iliklerimize işlerdi. Ve bu esnada, ağaçlara taht kurmuş gündüzlerin bütün gazelhanları susar, onların yerine gece bülbüllerinin sesleri duyulmaya başlardı. İleri saatlere doğru daha da koyulaşıp tatlılaşan renkler, daha tesirli, daha büyüleyici bir hâl alırdı ki, çok defa kendi kendimize “Yolu bu kadar zevkli olunca, acaba Cennet nasıldır?” der, hayretten düşüncelere dalardık.

Lambaların bütün bütün fersizleştiği bu alaca karanlık içinde, her şey ve hepimiz olduğumuzdan daha farklı görünür ve hakîkatın hayâle karıştığı bu büyüleyici atmosferde, zaten her biri birer velî namzedi olan kamp sâkinleri, daha çok rûhânîleri andırmaya başlar ve bu masmavi iklim bir çay gibi içimize akar dururdu.

Yatma zamanı gelince, bir iki küçük kandilin dışında bütün ışıklar söner, fâniliğini hatırlayan ve bu yolda düşünmeye yelken açan avcı ruhlar, âdeta bir inziva demi içine girer; değişik yollardan öteleri kurcalar; ayrı ayrı dillerle, semaların kapılarını zorlar ve saadet asrı insanının iniltilerine benzeyen çığlıklarla gönüllere bir başka ürpertiler salarlardı…

Hele, günün belli vakitlerinde cemaatle kılınan namazların, toplu yapılan tesbîh ve duaların aramıza bir inişi vardı ki, onlarla beraber, onları indiren meleğin yumuşacık, incelerden ince ve pırıl pırıl ellerini âdetâ başımızın üzerinde hissederdik…

Bu duygu ve düşünceler ruhumuzla öyle kaynaşıp bütünleşmişti ki, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, ben hâlâ, o günleri bütün kalbimde, bütün canımda, bütün benliğimde dipdiri hissetmekteyim.

Eğer ötelere yolculuğumuzda, herkese birer hâtıra götürme fırsatı verilseydi, şüphesiz ben, ilklerinden başlayarak, kampların, o bahar çiçeklerine benzeyen pırıltılı, tılsımlı, hülyâlı mâvi hâtıralarını alır götürürdüm.”

Soğuk kış gecesinde üzerine nur inmiş bir derviş türbesi gibi duran kamp evinde öğrencilerle sohbetimiz sürüp gidiyor.
Sohbetimize katılmak istercesine rüzgârın uğultuları camları dövüyor.

Ege’nin asude bölgelerinde, Akdeniz sahillerinde, Kumluca, Gödene, Güzle yaylalarında kurulan ilk kamplara konuk oluyoruz.
Yıldızları seyre dalıyoruz.

Akdeniz sahillerindeki mehtabın ışıkları, yakamozlar, dalgaların şıpırtıları, kuşların cıvıltıları, çamların uğultuları, rüzgârın nefesi, ağustos böceklerinin sesi ama hepsinden de önemlisi gecenin bir vaktinde bütün bu seslere karışan “Ya Cemil’ü Ya Allah” sesleri çağıl çağıl doluyor içimize.

Tabiatın bağrındaki yeşilliklerin arasındaki o kamp evinden ayrılıyoruz.

Dönüşte yol üstündeki bir dosta sesleniyoruz…

“Çay koy keçeli biz geliyoruz.”

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.