HARUN TOKAK

Buzullara seyahate var mısınız?

Uçsuz bucaksız bir çölü yürüyorlardı.

Yorulmuşlardı.

Birden bire nereden geldiği belli olmayan gül kokulu güzel bir deve yanlarına geldi ve yere çöktü.

Tüyleri beyaz ve parlaktı.

Gözleri, en kritik siyasi kararları veren bilge bir insan gözü gibi parlamaktaydı.

“Bana binebilirsiniz” dercesine başıyla sırtını işaret etti.

Eşiyle birlikte bu devenin üzerine bindiler. Bu garip hayvan üzerinde günlerce gittiler. Dağları denizleri aştılar. Deve hızlı, çok hızlı gidiyordu. Bir an evvel dünyanın son sınırına ulaşmak ister gibiydi.

Belli ki acelesi vardı. Nihayet bol yeşillikli bir yerde durdu ve usulca çöktü “İşte burası, inebilirsiniz” der gibi, boynunu yere yapıştırdı. Peygamberimizin (s.a.v) “hicret bineği” Kusva’ya ne kadar da benziyordu. “Hem kusva nihai hedef, son sınır anlamına gelmiyor muydu” diye düşündüler.

Onlarda Dünyanın son sınırlarına, kutuplara gidiyorlardı.

Ama Kusva Peygamberimizden (s.a.v) sonra Medine’nin kenarlarında, çöllerde başı boş dolaşmış durmuş ve kısa bir süre sonra da ölmüştü.

Onun bu çöllerde ne işi olabilirdi.

O olamazdı.

“Hem biz kimiz ki Kusvaya binelim?” dediler… Gül kokulu deve onları bırakmış gidiyordu. Arkasından bağırdılar;

“Dur! Allah aşkına söyle senin adın ne, seni bize kim gönderdi?

Ne olur söyle de öyle git.

Rüzgar kokulu deve ne olur geriye dön…

***

Aydoğan Öğretmen…

O, sadık eşiyle birlikte atını kutupların “kuzey ışıklarına” süren ışık süvarilerindendir. Bir gün, arkadaşlarıyla birlikte gurbete tutsak ikindilerin vazgeçilmez sohbetlerinden birini “Bamteli”nden dinlerken;

“Var mısınız buzullara seyahate?” sözleri, onun gönlüne buzullar ülkesinin sevdasını düşürür.

Akşam eve gelince konuyu eşine açar. Eşi, kocasının hüzünlü ve meraklı bakışlarına;

“Ey hazin esen seher yeli! Al yanına götür beni” der gibi bakar ve “ben de varım seninle buzullar ülkesine seyahate” diye cevap verir.

Dünyanın en büyük adası olan Görnland’a “ben hele bir gideyim” demekle de gidilmez ki…

Önce hiç bilmedikleri bu ülkedeki birkaç şirkete iş başvurularını gönderirler. Kısa bir süre sonra trafik şubesinde yol düzenlemesiyle ilgili bir şirketten Aydoğan Öğretmene, birkaç gün sonra da bir başka şirketten eşine kabul cevabı gelir.

Hazırlıklarını yaparlar ve ilk fırsatta Danimarka üzerinden uçsuz bucaksız buzullar ülkesine doğru uçarlar.

Uçaktan, buz dağlarını, donmuş gölleri, denizin üzerinde yüzen dev aysbergleri ve uçsuz bucaksız buzulları seyrederler.

Uçak, Görnland’ın dünya ile tek irtibatını sağlayan Kangerlussuaq Havaalanına iner.

Bu havaalanını Amerikalılar kendileri için inşa etmişler ve uzun bir süre üs olarak kullandıktan sonra da bırakıp gitmişlerdi.

Burası, uçsuz bucaksız buz çöllerine, yer yer üç bin metreyi aşan buz dağlarına hepi topu 40 km.’dir.

Havaalanında Aydoğan Bey ve eşini şirket yetkilileri, “tikilluarit” yani “hoş geldiniz!” diye karşılar. Bu dilde kelimeleri telaffuz etmenin ve akılda tutmanın oldukça zor olduğunu daha ilk duydukları sözlerden anlarlar.

Tabiatın beyaz ve sessiz çığlığının tam ortasındadırlar. Sokaklar caddeler adeta bomboştur.

Her tarafta ruhları kuşatan bir dinginlik vardır.

Kızıl Erich, 981 yılında geldiğinde kıyıdaki buzullar erimiş, her yer yeşil yosun ve dikenlerle kaplı olduğu için “Greenland” yani “yeşil ülke” adını vermiş buralara. Oysa bugünkü tabiat şartları bir şamar gibi iner Aydoğan Öğretmenin ve eşinin suratına.

Yüzde 81’i hala buzlarla kaplı olan ve kara ulaşımının hemen hiç olmadığı 57 bin nüfuslu bu ülkedir “Greenland”. Kızakları çeken özel husky köpeklerine çok iş düşmektedir.

Fakat zorluklar biryana bırakılırsa buzullarda oluşan süt mavisi renklerle, okyanusta yüzen aysberglerle, buz dağlarıyla, dantel dantel işlenmiş fiyordlarla güzelliğin bir başka boyutuna ulaşırlar.

Neredeyse 40 km’ye bir insanın düştüğü bu beyaz düşler ülkesinde insan sayısından fazla olan köpeklerin güzelliğine, geceleri çıkan kuzey ışıklarına vurulurlar.

Kendi hiçliklerini, tabiatın sesli ve renkli gücüne, sonsuz kudrete bırakırlar.

Aydoğan Öğretmen ve eşi, ülkenin dörtte bir nüfusunun yaşadığı başkent Nuuk’a yerleşirler.

M.Ö 3000’li yıllardan beri bu bölgenin sakinleri olan ve hala nüfusun % 88’ini oluşturan Eskimolar çok cana yakındırlar.

Yeni misafirlerine içten davranırlar.

Kapılar önlerinde bir bir açılmaya başlar. Sanki buz dağları çözülüşe geçmiştir. Eriyen buzların altındaki suların gönle hoş gelen tatlı şırıltısını duyarlar.

Başkent Nuuk’ta herkes onları merak eder ve görmeye gelir. Kısa sürede etraflarında bir hayran kitlesi oluşur. İnanması zor belki ama isimlerini zor telaffuz ettikleri bu insanlarla sanki kırk yıllık dost olmuşlardır.

Kısa sürede on beş nüfuslu başkentin sevgilisi haline gelirler.

Aydoğan Öğretmen birkaç ay sonra daha iyi bir işe girer, geniş ve büyük bir lojmana taşınırlar. Yeni firma ile haftada üç gün bir lisede ders verme hususunda da anlaşır.

Bu onun en çok arzu ettiği husustur.

Firma, işi icabı iki ayda bir Danimarka’ya gidip gelmesini istiyordu ki, biletlerin 1500 Euro olduğu düşünülürse bu da büyük bir imkandı.

Eşi, Türk yemek kültürünü tanıtma kursları açar, birlikte Türkçe kursları başlatırlar.

Bir müddet sonrada Aydoğan öğretmen okulda matematik derslerine başlar.

Öğrenciler, Aydoğan öğretmeni o kadar çok severler ki, kısa sürede velilerden yüzlerce aile dostları olur.

Buzulların bu sıcak insanları, Aydoğan Öğretmenin ve eşinin anlattıklarını hayranlıkla dinler.

Su sesine hasret kavruk bir çöl gibi…

Ziyarete gittiği bir gün, Milli eğitim müdürü Aydoğan Öğretmen’e;

“Öğrenciler seni çok seviyorlar, ne olur bize senin gibi öğretmenler bul” der.

Siyasi partiler kendilerine katılmaları için adeta yarışırlar. Bir gün ülkenin başbakanı çağırır ve ne zaman partilerine katılacağını sorar. Aydoğan Öğretmen uygun bir dille teşekkür eder.

Mayıs başlarında bile gündüzleri -10’ları bulan, geceleri ise daha soğuk olan bu şehrin insanları, bu ışık süvarilerine sımsıcak yüreklerini açarlar.

Haziranda hiç batmayan güneşlerin aydınlığında, güneşin hiç doğmadığı aylarda da yüreklerinin aydınlığında yol alırlar.

Ama hep yürürler, hep aydınlatırlar. Yürekleri ile yürürler yarınları.

Ramazan Bayramı geldiğinde, bayram kültürünü tanıtmak için herkesi evlerine davet ederlerse de, yerli aileler eve sığmayız diyerek büyük bir salon tutarlar. Aydoğan Öğretmen eşiyle birlikte Türk yemekleri ve pastalar hazırlar. Ramazanla ilgili belgeseller gösterirler.

Şiirler okunur, konuşmalar yapılır, bayramlaşılır.

Ertesi gün televizyonlar haber yapar, gazeteler, “Müslümanların bayramı güzelmiş” diye yazarlar.

Aynı gün, Aydoğan Öğretmenin telefonu çalar. Arayan Danimarkalı bir bayandır. Değişim programlarından yararlanarak üç arkadaş Türkiye’de Galatasaray Lisesinde okuduklarını, eşleri ile birlikte Görnland’a yerleştiklerini söyler.

Daha sonra sık sık görüşmeye başlarlar. Çok güzel Türkçe bilen bu bayanlardan birisinin kocası oldukça varlıklıdır. Konu dünyadaki sevgi okullarına gelince, Aydoğan Bey’e;

“Sen bize öğretmen bul, gerisini biz hallederiz” derler.

Aydoğan Öğretmen ve eşi hayretler içindedir. Nasıl kapılar bu kadar kolay açılıyor, buzlar nasıl bu kadar kolay çözülüyordu? ,

Eşiyle birlikte bir gün bunları düşünürken, buzullar ülkesine gelmeden önce gördüğü ve hikâyenin girişinde anlatılan rüyası aklına gelir. Beyaz ve parlak tüylü deve onları yemyeşil bir ülkeye bırakıp giderken, arkasından; “Dur! Allah aşkına seni bize kim gönderdi? diye bağırmışlardı da ; Gül kokulu deve geriye dönmüş ve yanlarına gelmişti. İşte o anda bir sesin;

“Siz hicret etmeye niyet ettiniz, Güllerin Efendisi’ de (s.a.v) size ‘hicret bineği’ Kusva’sını gönderdi” dediğini hatırlarlar.

Işık süvarileri, kuzey ışıklarına kavuşmuşlardır, bura dünyanın son sınırıdır, gayri buzullara bahardır

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.