Bu Asker Benim babammış
Tarlalarda hasat zamanıydı.
Berrak gökyüzündeki birkaç beyaz bulut, buram buram buğday kokan tarlalara tebessüm ediyordu. Tarlaların çoğu boştu.
Kara tren oflaya puflaya Karakuyu İstasyonu’nda durdu. Vagonlardan yorgun ve yaralı askerler birer ikişer indiler. Hepsinin yüzünde savaşın derin izleri vardı.
Üst-başları pis partaldı.
Çoğunun elinde ne bir bavul, ne de her hangi bir eşya vardı.
Hasan da yorgun trenden inenler arasındaydı, Çanakkale’den geliyordu. Yüreği acılarla doluydu.
Yıllardır cepheden cepheye koştuktan sonra nihayet köyüne dönüyordu.
Yarılmış kızgın tarlalardaki ekin saplarının çıtırtıları arasında, tozlu köy yolunda yürürken iki de bır alnına biriken terleri siliyordu. Kolay değildi, “Yedi asker urbası eskitmiş”ti.
Balkan bozgununda Üsküp, Kosova, Piriştine’nin boynu bükük kalışlarından yorgun yüreği ezgindi. Dönüşte Edirne’de soluklanmış, Çorlu’da, Keşan’da konaklamış, Çanakkale’ye geçmişti.
Ah o Çanakkale! Ah o Gelibolu! O küçücük yarımada! Kimlere ebedi istirahat gâh olmamıştıki. Dört tane kayınbiraderi, biricik ağabeyi Murat, “Çanakkale Mahşeri”nde kalmıştı. Daha yüz binlerce vatan evladı oralarda koyun koyuna yatıyordu şimdi.
Bunaltıcı bir temmuz güneşi ekin tarlalarında, destelerin üzerinde şavkıyordu.
Binlerce, yüzbinlerce ışık ipliği uçuşuyor, dört bucak sanki ateş düşmüş gibi yanıyordu.
Sarı sıcağın altında ekin tarlalarının arasından yürürken Çanakkale mahşeri geldi gözlerinin önüne.
Kopan kollar, deşilen deriler, oluk gibi akan kanlar, yürek yakan feryatlar…
Saatlerce süren süngü muharebelerinin ardından ikindiye doğru her iki tarafta da iyice tükenen takatlar…
Çekilen beyaz bayrakların ardından sedyelerle taşınan yaralılar…
O yaralıların gözlerindeki son umutlar, son bakışlar, son sözler…
Kazma, kürek gibi en basit malzemeleri bile geceleri düşmana baskın yaparak temin ettikleri, geceleri siperlerde örtüsüz yattıkları, kum torbalarından elbise diktikleri, yaralarını, yedeği olmayan gömleklerini yırtarak sardıkları günler…
Sadece düşmanla değil, sinek ordularıyla, yoklukla, salgın hastalıklarla, açlıkla da savaştıkları Gelibolu günleri…
Hücuma kalkmadan önce siperlerde birbirleri ile helalleştikleri, sevdiklerinin yemenilerini boyunlarına dolayarak şimşek hızıyla düşman saflarına atıldıkları; On Beşliler’in, taze bedenlerinin papatyaların, gelinciklerin üstlerine düştüğü günler…
Beyaz yaz bulutlarinin sari ekin tarlalari uzerinden yuruyen golgelerini gorunce, gezginci kaleler denilen dev gemilerden gerçekleştirilen salvo ateşleriyle göklere savrulan gövdelerin oluşturduğu Gelibolu sirtlarindaki garip gölgeler geldi gözlerinin önune.
Güneşlerin, “Mehmet” diyerek battığı; mehtabın, akşamları mor bulutların arasından “Mehmet” diye doğduğu gamlı akşamları hatırladı yeniden.
Şehit olduğu halde hala gülüyor gibi duran yüzünden Karadenizli olduğu anlaşılan bir Mehmetciğin, oturmuş boynunu bir yana bükmüş olduğu halde koynundan çıkardığı işlemeli bir mendili elinde tutuşunu ve hiç görmediği bebeğinin altın sarısı saçlarına baka baka can verişini hatırladı.
Mendil elinden alınmak isteyince usulca bırakıvermiş, mendil açıldığında yeni doğmuş bir bebeğin ipek gibi altın sarısı saçları çıkıvermişti.
Bu tür yürek yakan olaylarla her karşılaştığında her defasında hiç görmediği Meryemi gelirdi hatırına. Onu göremeyeceğinden çok korkardı.
Ama işte köyüne yaklaşmıştı.
Meryem’inin kokusu geliyordu burnuna. O yakın bir yerlerde olmalıydı.
Hasan, yüreğinden dizlerine doğru yürüyen son bir güçle köyüne doğru yürüyor, yürüyordu. Dağ-tepe demeden yürüyor, savaşı sanki yeniden yaşıyordu. Yıkık-dökük, viran olmuş köylerden geçiyordu. Ara-sıra kara sakallarını sıvazlıyor, yıllardır tekdüze hayatı olan acımasız savaşı, iliklerine kadar işleyen kan ve barut kokusunu yeniden duyarak tozlu köy yollarında durmadan yürüyordu. Arada bir, yıllardır görmediği, hatta soğuk yüzüne hasret gittiği babasını düşünmek istiyor, yaşadığı acı ve ıstıraplar, mütarekeden sonra vatan topraklarının elden çıkışının verdiği üzüntü babasının hatırasına baskın geliyordu.
Bütün benliği kan ve barut kokusundan, şehit “ana kuzuları” ndan başka bir şey hissetmiyordu.
Günler sonra Onaç Yakası’na, Akyokuş’a gelebildi. Aşağıdaki sapsarı ovayı, Bucak Ovası’nı hasretle uzun uzun seyretti. Erkeksizlikten tarlaların çoğu ekilememiş, boş kalarak ota-çöpe karışmıştı.
Taşkuyu’ya ya da Dikilitaş’a gidecekti. Ailesi oralarda olmalıydı. Dikilitaş’a geldiğinde oradaki tarlalarında iki kadının çalıştıklarını gördü. Tarladaki ekini biçiyorlardı.
Kadınlar da askeri görmüşlerdi. Ayşe Kadın işi bırakmış askere bakıyordu. Ah şu yoldan geçen asker gibi bir gün kendi kocası da gelir miydi?
Beklemek! Bir ömür boyu beklemek…
Yıllarca geçen zaman…
Geçmeyen zamanı beklemek. Beklemek, bulutların geçişinden, kuşların uçuşundan, böceklerin ötüşünden, rüzgarın esişinden umut bularak beklemek. Binbir türlü rüyayı hayra yorarak beklemek. Dipdiri, capcanlı, gözlerinin içi güle güle cepheye yolladığı kocasını beklemek. Anadolu analarının kızlarının, gelinlerinin kaderiydi beklemek. Hem de yiğitlerinin dönmeyeceklerini hiç akıllarına getirmeden beklemek. Bir ömür boyu sofraya boş tabak koyarak, geliverirse yemeğini hemen koyuveririm diyerek, beklemek. Köşe başlarında, duvar diplerinde, kapı önlerinde, pencere önlerinde beklemek.
Köyün girişinde uzaktan görünen her karaltıya elini gözüne siper ederek beklemek. Ayşe Kadın gibi bütün Anadolu kadınlarının kaderiydi beklemek.
Ama işte bir asker daha dönüyordu. Bir ananın, bir kadının, bir yavrunun daha bekleyişi son bulacaktı. Hasan’ın pis partal asker elbisesinden ter fışkırıyordu. İki de bir alnına biriken terleri siliyordu. Yarılmış kızgın tarlalardaki ekin saplarının çıtırtıları arasında, tozlu köy yolunda yürüyordu.
Hasan, yüreğinden dizlerine doğru yürüyen son bir güçle köyüne yöneldi.
Ayşe kadın, yanındaki kızına yoldan gecen askeri göstererek:
“Hadi kızım, şu askere bir parça ekmek ver. Kim bilir nereden geliyordur. Mutlaka açtır, sevap olur,” dedi. Kız hemen bir parça ekmek alarak askere doğru yöneldi.
Hasan ekin tarlaları arasından kendine doğru gelen çocuğu fark edince durdu. Beline kadar gömülü sarı ekin tarlalarından geçerek yolda duran Hasan’ın yanına geldiğinde; “Asker dayı, acıkmışsındır, buyur şu bir parça ekmeği yiyiver,” diyerek ekmeği uzattı.
Hacı Ömer Oğlu Hasan, kendisine uzatılan ” bir tutam esmer yufka”yı aldı. Mis gibi vatan toprağı kokan ekmeği kokladı, öptü başına koydu.
Karnının açlığını öyle bir hissetti ki… Ekmeği yiyecek güç bulamadı, genç kıza dikkat kesildi. Yırtık pırtık elbiseler içinde bile öyle güzel, öyle sevimli duruyordu ki…
Gözlerinin içine baktı.
“Sen kimin kızısın yavrum” dedi.
Genç kız, utandı, yutkundu, sarı sıcaklarda al al olmuş yüzü iyice kızardı. Bir şeyler boğazına düğümlendi;
“Hacı Ömer oğlu Hasan’ın kızıyım. Babam cephede”dedi.
Hasan hiç beklemediği bir anda almıştı en ağır darbeyi. Kalbi göğsünü dövmeye başladı. işte o anda geçen yılları hissedebildi. Yutkundu, zorla:
“Sen Meryem misin?” diyebildi.
Kız “evet asker amca”dedi.
“Kızım, ben senin babanım,”
Bunu duyan Meryem hızla anasına doğru koşarken bir taraftan da bağırıyordu :
“Anaa! Anaa! Bu asker, babammış…”