Beyaz Adam evimize gelmez ki…
İşte ayrılıyordu.
Kara sevdasına veda vaktiydi.
Yıllar ne çabuk da geçmişti.
Çamurlu yollara, karanlık sokaklara, akmayan sulara, kesik elektriklere, çöp kokularına, abus çehreli memurlara, olmayan belediye hizmetlerine…
Evet, onlara da veda ediyordu.
Değil mi ki derdiyle sevmişti bu şehri.
Kızıl sabahlara, güneş yüklü öğlelere, gam yüklü karanlık gecelere, yolunu kesen hırsıza, evini basan eşkıyalara, şehrin varoluşlarında bitip tükenen hayatlara, acılarla yoğrulan gecelere…
Artık veda vaktiydi.
Bitmeyen tutkusundan, kara bahtlısından, Afrika’sından, kara kıtasından, kara sevdasından ayrılıyordu.
Henüz ağlamaya başlamamıştı.
O sadece hatırlıyordu.
Bir gün, 1,5 milyon siyahın sefalet içinde oturduğu Kibera Bölgesi’ndeki teneke evlerini ziyaretleri sırasında, Hasan Bey’in eşi Fatma Hanım’ın dudaklarından bir ağıt gibi dökülen sözleri, ömrünün sonuna kadar unutması mümkün değildi.
O gece, o siyah kadın, nasıl da içten konuşmuş, duygularını nasıl da güzel dile getirmişti;
"Gördüğünüz gibi, Kenya’nın fakir bir bölgesinde yaşarız biz. Günübirliktir hayatımız… Bulduğumuz kuru bir ekmek mutlu etmeye yeter de artar bizleri. Ben, eşim ve çocuklarım bu küçük teneke barakada yaşarız. Yadırgamayız halimizi asla. Zaten birçok Kenyalı da bizimle aynı kaderi paylaşır. Mahallemizin dar, toprak sokaklarından üstü açık lağım kanalları geçer; hastalık, ölüm eksik olmaz buralarda. Yakıcı güneş ışıkları teneke barakamızı fırına çevirir adeta; sıtma, dizanteri, tifo bırakmaz yakamızı bir türlü…
Bir de beyaz adamlar yaşar bizim ülkemizde. ‘Onlar ve biz’ olarak hayatı sürdürürüz, garipsemeyiz aramızdaki uçurumu: Beyaz Efendi hep üstündür, daima güçlüdür, her zaman saygıya layıktır. Bizlere kendi inanç sistemlerini anlatmaya gelen farklı dinlerin mensupları da hep bu ayrılığı ima ederler: Dinlerini anlatırken zenci-beyaz farkını dile getirmeseler de yaşantılarıyla hissettirirler derimizin rengini… Ayrı sofralarda oturur, ayrı arabalara biner, ayrı evlerde yaşar onlar da.
Bazen ışıl ışıl yıldızlarla dolu Afrika gecelerinde eşimle oturur, derin düşüncelere dalardık. İşte o anlarda kimi zaman kafamızdaki şablonları zorlar, bu anlamsız farklılığa ve adaletsizliğe düşüncelerimizle baş kaldırır; kâinatı yöneten ve onu mükemmel bir şekilde hareket ettiren Zat’ın ülkemizde yaşanan bu zenci-beyaz ayrımından pek de hoşnut olmadığını düşünürdük.
Bir gün bizim gibi düşünen beyazların da olacağını ve onlarla tanışacağımız ânı hayal ederdik. Afrika’mızın kara bahtının bu buluşmayla aklanacağını kurardık , gözlerimiz dola dola. Ama sabah uyanınca hayallerimiz sona erer hayatın gerçekleri bir kamçı gibi yüzümüze çarpardı
Sizlerle tanışacağımız âna kadar hep böyle devam etti hikâyemiz… Yani, eşimin Türk Okulu’nda öğretmen olarak işe başlamasına değin. Evet, sizler de beyazdınız ama davranışlarınızla, hayat tarzınızla kafamızda oluşan kalıpları alt üst ettiniz.
Okulda göreve başladığı ilk günün akşamı eşim Hasan’ın söylediklerini hiç unutamıyorum. Bana büyük bir heyecanla şunları anlatmıştı: "Biliyor musun yöneticiler ve öğretmenlerin bir kısmı beyaz fakat bugüne kadar tanıdıklarımızdan çok farklı. Aynı şartları paylaşıyoruz, aynı masada aynı yemekleri yiyoruz… İnanmayacaksın; ama bana ve zenci arkadaşlara kendi insanlarına davrandıkları gibi davranıyorlar; bir beyaz öğretmen bizlere tepsiyle çay dağıttı. Okul müdürü bir ara beni çağırarak yaşadığımız ortamla ilgili bilgi aldı.
Anlattığı şeyler gerçekten şaşırtıcıydı; bir beyaz adam zencilere nasıl hizmette bulunabilir, aynı ortamı ve standartları nasıl paylaşabilirdi! Bunlar gerçekten bugüne kadar karşılaşmadığımız davranışlardı. Hasan’a, "Bu davranışları içten olmayabilir. Buralara yeni geldikleri için bizlere ihtiyaçları vardır. Birkaç ay sonra bildiğimiz diğer beyaz adamlar gibi davranırlar." diye cevap verdim. Ancak aradan günler aylar geçti. Hasan’ın yeni dostları olan sizlerin davranışları hiç değişmemiş, tam aksine zaman geçtikçe daha da samimi ve içten hale gelmişti.
Kocam her akşam eve döndüğünde bana sizleri anlatır olmuştu. Sizlerle bir fırsatını bulup tanışmak için adeta can atıyordum. Kafamın bir tarafında hep şu soru vardı: Bir beyaz adam asla kendisini bizimle eşit görmez. Bu mutlaka okulun prensipleriyle ilgili bir durumdur. Hasan yine bir akşam telaşla ve heyecanla geldi eve.
Bana, "Fatma müjde, onlarla artık tanışacaksın. Müdür Bey, Türkiye’den gelen birkaç misafirle beraber bize gelmek istediğini söyledi." Önce çok şaşırdım; çünkü böyle bir şeyin asla mümkün olmayacağını düşünüyordum. Hatta Hasan’a biraz da kırılmıştım: "Lütfen benimle alay etme", dedim. O ise hâlâ aynı heyecanlı ses tonuyla; "Alay etmiyorum. Gerçekten yarın akşam bize gelecekler, buna inan." diyordu.
Eşim oldukça ciddiydi. Onu iyi tanırım. Bu ses tonu ve bu yüz ifadesiyle asla şaka yapmaz. Artık tatlı bir heyecan ve merak sarmıştı beni de. Fakat hâlâ bir yanlışlık olabileceğini düşünüyordum.
Hasan’a sert bir ses tonuyla: "Beyaz adam evimize gelmez ki!" dedim. O an ağladığımı fark ettim. Aman Allah’ım neden ağlıyordum ki…
Yoksa…
Yoksa simsiyah tenimden süzülen bu beyaz gözyaşları beklediğim, özlediğim ak Afrika’ya mıydı? Beklediğim nur yüzlü insanlar sizler miydiniz acaba? Bu günü ve geleceğiniz saati iple çektim. İçimde hep "Acaba gelirler mi ki?" sorusu vardı. Gelseler bile bize nasıl bakarlar, nasıl davranırlardı; bu farklı halimizi ve ortamımızı nasıl karşılarlardı? diye, düşünüyordum.
Ve geldiniz… Önce eşimle kucaklaştınız, sonra beni saygıyla selamladınız, büyük bir nezaketle halimi hatırımı sordunuz… Mutluluktan ağlamak geliyordu, içimden… İlk kez bir zenci ile beyazın böylesine dostça kucaklaşmasına şahit oluyordum. Hepsinden önemlisi de çocuklarımı tek tek kucaklarınıza aldınız, onları tek tek öptünüz, sevdiniz. Hepimize ayrı ayrı hediyeler getirmişiniz. Üstelik teneke, tek odalı evimizi hiç yadırgamadınız. Biliyor musunuz bizim teneke evimize ilk defa bir hediye giriyor, ilk defa bir beyaz misafir geliyordu. Bize tepeden bakmıyordunuz.
İşte o an anladım ki beklenen ak adamlar, nur yüzlü insanlar sizlersiniz.
Bu gece, küçük teneke barakamız tarihe şahitlik ediyor. Afrika’mızın kara bahtını değiştirecek, beklediğimiz insanlar siz olmalısınız."
***
İşte bu anılar, bu anlatılar, kulaklarında ve ruhunda öyle ayrılıyordu, kara sevdasından.
Geride çok güzel günler ve intibalar bırakıyor, yüreğinde çok güzel hatıralar götürüyordu.
Ecdadının 1585′ de geldiği Kenya’dan ayrılıyordu.
Ömer Öğretmen’in dedelerinin, sadece okyanusun kenarına kurdukları Osmanlı kalesini değil, gönüllere kurdukları sevgi kalelerini hiç unutmamışlardı, Kenyalılar.
O da dedeleri gibi Kenya’da sevgi kaleleri kurmuş, okullar açmıştı.
Siyah ve beyaz öğrencilerin birlikte okuduğu okullar…
Kendisi gidiyordu ama yüreği kara kıtada kalıyordu.
Yuvasındaki kuşlara, yerdeki karıncalara, varoşlardaki yoksul çocuklara, tuzlu sularında hayallerini saklayan okyanusa, mavi sulardan selam çakan yunusa, koştuğu tepelere, taş attığı göle, tırmandığı ağaca, siyah saçlarını sıcak gözyaşlarıyla yıkadığı gamlı gecelere veda ediyordu.
Evet, onlara da veda ediyordu.
Değil mi ki derdiyle sevmişti, bu şehri.
Artık veda vaktiydi.
Bitmeyen tutkusundan, kara bahtlısından, Afrika’sından, kara kıtasından, kara sevdasından ayrılıyordu.
Artık ağlıyordu.