Baba okuluna hoş geldin!..
Baba okuluna hoş geldin!..
Hürrem Sultan’ın ülkesindeyiz.
Kiev’de boz bulanık bir hava…
Soğuk dişlerini içimize geçirmeye çalışıyor.
Direniyoruz…
Art ardına baskınlarla hırpalıyor bizi.
Kar kokuyor Kiev sokakları.
Kırgız Derneği’nin önüne geldiğimizde içimizin iyiden iyiye üşüdüğünü hissediyoruz.
Bizi kapıda karşılayan sevimli bir Kırgız gencinin, güzel bir Türkçe ile,
“Hoş geldiniz” deyişi, ısıtıyor içimizi.
Burası birkaç kırık derik eşyanın bulunduğu son derece mütevazı bir yer.
Duvarda dünyaca ünlü yazar Cengiz Aytmatov’un resmi…
İki elini yumruk yaparak yanağına yapıştırmış, her zamanki gibi gülüyor.
Yüzünün derinliklerinde yine o hiç eksilmeyen bildik keder…
Ömründeki hiçbir sevincin, yüzünde parlayan hiçbir gülüşün gölgeleyemediği amansız acı…
Bu odada her şey bozkır kokuyor.
Büyük ustalarına vefalarını göstermek için; Kırgız Büyük Elçiliği, Ukrayna Yazarlar Birliği ve Diyalog Avrasya Platformu’nun da katkılarıyla bir anma günü düzenlemişler.
Saçlarını ortadan iki yana ayırmış bir bozkır yiğidi tatlı bir Türkçe ile konuşuyor bizimle.
Issık Göl’deki Türk Lisesi’nde okuduğunu, okulun ilk öğrencilerinden olduğunu öğreniyoruz.
“Okulundan memnun muydun?” diye soruyoruz.
Gökçek yüzünün derinliklerinde bir hüzün bulutu beliriyor.
“Bize o okul sonsuz bir hayatın, hazansız bir baharın kapılarını açtı; nasıl memnun olmam.”
Nasıl oldu bu, diyoruz. Masum ve mahzun anlatıyor delikanlı:
“Ben ölümden çok korkuyordum. Bir cenaze gördüğüm zaman günlerce kendime gelemiyordum.İşte bir insan daha sonsuza dek yok oldu gitti, diye düşünüyordum. Bir müddet sonra bütün bütün unutulacak ve hiç kimse hatırlamayacak…
Her doğan gün, her batan güneş bir şeyler alıp götürüyordu benden.
Biri siyah diğeri beyaz iki fare sanki ömür ağacımı durmadan kemiriyordu.
Biri bırakınca diğeri başlıyordu.
O günlerde Türklerin okul açtığını duydum. Hemen gidip kaydımı yaptırdım.
Öğretmenlerimiz çok iyi insanlardı.
Birer öğretmenden ziyade yüreği merhamet dolu birer ağabey gibiydiler.
Bir gün,bir öğretmenimiz sohbet sırasında; ‘Ölüm, bir yokluk, bir son değil, kabir de kör bir kuyu değil, öldükten sonra yeniden dirileceğiz, kabrin arkasında ebedi bir hayat bizi bekliyor.’ dedi.
İlk defa duyuyordum bu sözleri.
‘Yaşasın! öldükten sonra yeniden dirilecekmişiz’ diye çığlık atmışım.
Evde annem, babam “biz Müslümansız” derlerdi ama onlar da, yeniden dirilmeye, Cennet-Cehenneme dair hiçbir şey bilmiyorlardı.
Öğretmenimizin anlattıklarını can kulağı ile dinliyorduk.
‘Nasıl, kıştan sonra bahar, karanlık bir geceden sonra Nehar(gündüz) gelirse, kışın ölen kuruyan ağaçlar, bahar gelince yeniden dirilir çiçek açarsa aynen öyle de; bizler de öldükten sonra yeniden dirilerek kabirlerimizden kalkacağız. Bizleri ebedi bir hayat, hazansız bir bahar bizi bekliyor.’
Öğretmenimizin sözleri ruhumdaki tipileri dindirmişti.
İçimde beni yutmak için kabarıp duran dalgalar yatışmıştı.
Sonra anladım ki yokluk ve yalnızlık korkusu sadece beni değil, meğer o yıl okula kaydolan bütün arkadaşlarımın içini kemirip duruyormuş.
Hepimiz çok mutluyduk.
O günden sonra içimizdeki Cennete doğru bir yolculuk başladı.
Biz bu okullara çok şey borçluyuz.”
Hürrem Sultanın ülkesinde karşılaştığımız “Adsız Oğlanlar” bizi ziyadesiyle duygulandırıyor. Mehlika Sultan’a aşık gençler gibi, Adsız Oğlanlar şimdi de Hürrem Sultan’ın ülkesindeydi.
Aslında aksanları ve simaları farklı olsa da “Adsız Oğlanlar” her yerde…
Ukrayna’da, Tanrı Dağları’ndan koparak gelmiş bu bozkır gençlerini görünce, hayalim; Hürrem Sultan’ın ikinci ülkesi olan İstanbul’da yıllar önce yaşadığım duygu dolu bir kış gecesine gidiyor.
Hilton’un Şadırvan salonundaydık. İstanbul en soğuk günlerinden birini yaşıyordu.
İçeri girenler karşılarında Kırgızların büyük yazarı Cengiz Aytmatov’u görünce tatlı bir revaransla ve heyecanla yanına geliyor, selam veriyor ve sonra yerine oturuyordu.
Kimler yoktu ki…
Orhan Pamuk, Halit-Gülper Refiğ, Mete Tuncay, Gönül Paçacı, Ataol Behramoğlu, Emine Gürsoy, Mehmet Altan…
Halit Refiğ, Aytmatov’un “Cemile”sini yazarın kendisine imzalatmak için önüne koyunca bir “Cemile” muhabbeti başlamıştı.
Gece ilerledikçe sohbetin kıvamı koyulaşmıştı.
Bir ara Prof. Dr. Emine Gürsoy, Aytmatov’a;
” Adsız Oğlan şimdi nerede” diye sormuştu.
Duygulu gözlerle bakmıştı Aytmatov.
Sanki yarasına dokunulmuştu.
Adsız oğlan aslında oradaydı.
Aramızdaydı.
Fakat o, “Adsız Oğlan benim” diyemedi.
İlk alınan okul çantasına geceler boyunca sarılıp yatan Adsız Oğlan’ın ta kendisi olduğunu itiraf edememiş,
Babasının geleceğinden umudunu kesince ” babaaa!”diyerek Issık Göl’de kaybolan Adsız Oğlanın kendisi olduğunu anlatamamıştı.
Sözler boğazına düğümlenmiş ve nice sonra;
“O şimdi Pekin’de” diyebilmişti.
Hepimiz şaşırmıştık.
Adsız Oğlan’ın Çin’de ne işi olabilirdi.
Bakışlarımızdan iyice meraklandığımızı anlayınca;
“Bundan birkaç yıl önce Çin’e gitmiştim. Otel odama girdikten birkaç dakika sonra telefonum çaldı.
Telefondaki ses;
‘Babacığım! Pekin’e hoş geldin’ dedi.
‘Sen kimsin oğlum?!’dedim.
‘Ben Issık Göl’de kaybettiğin oğlunum’ dedi.
Tabii çok duygulandım.”
İki eliyle birlikte başını yana sallayarak;
“İşte böyle…O şimdi Pekin’de…”diyerek tamamladı sözlerini.
Gerçekten çok güzel bir geceydi.
Orhan Pamuk giderken;
“Beni böyle bir geceye davet ettiğiniz için büyük onur duydum” diyerek ayrılmıştı..
Cengiz Aytmatov’la birlikte olmak birkaç yıl sonra Nobel ödülü alacak olan bir yazar için bile çok onur verici bir durumdu.
Bir ara, kaybolan “Adsız Oğlanlar”ının acısıyla hep hüzünden bir abide gibi duran bu büyük insana;
“Senin Issık Göl’de kaybettiğin ‘Adsız Oğlanlar’ını aramaya Anadolu’dan on binlerce öğretmen gitti” dediğimde çok duygulanmıştı.
Türk insanını çok seviyordu.
Adının, hiç bir okula verilmesine rıza göstermeyen bu büyük insan, Kırgızistan’daki Türk Lisesine müsaade etmişti.
Bir gün, isim değişikliği vesilesiyle “Adsız Oğlan”la ilgili küçük bir belgesel bile çekildi.
Bu belgeselde bizzat kendisi de rol aldı.
Bir hayli ilerlemiş yaşıyla Issık Göl’ün kıyısında yürürken adımları oldukça ağırdı.
Yanında elinden sımsıkı tutmuş bir çocuk vardı,
“Adsız Oğlan”
Efsanelerle dolu büyülü gölün kenarındaki küçük bir kayanın üzerine çıkarlar.
Gölden esen tatlı bir rüzgara dökülür beyaz saçları.
Eski elbiseler içersindeki çocuk, elinden birden kurtulur ve “baba” diyerek kendisini Issık Göle atar.
Çocuğun arkasından “balaaaam” diye bağırır…
Ses, Tanrı Dağlarında yankılanır…
Issızlık ve hüzün…
Yeni bir sahne açılır perdede ,
Aytmatov adını taşıyan okula gelir.
Okulun bahçesinde elinde güllerle bir çocuk karşılar onu.
“Aaa! Balam burada” der.
Yeni okul kıyafetleri içersindeki çocuk;
“Baba! Okuluna hoş geldin” diyerek elini öper.
O çocuk, Issık Göl’de kaybolan “Adsız Oğlan”dır.
Az sonra okulun içerisinden, bahçenin orasından burasından koşuşan binlerce çocuk etrafını sarar. Kendisini birden bir gül bahçesinin içersinde bulur.
Bozkıra ışık düşüren okulların gül bahçesinde.
Bir ömür boyu hayalini kurduğu bir çiçek tarlasının tam ortasındadır.
Binlerce çocuğun sesleri Tanrı Dağlarında yankılanır;
“Baba okuluna hoş geldin!”