HARUN TOKAK

Asrın çilekeşi…

Soğuk bir mart gecesi, saat gecenin üçü…

Urfa semalarında uçuşan binlerce kuş…

Keskin, yağmurlu bir güz rüzgarında titreşen binlerce yaprak gibi bir anda hareketleniyor; bir uğultu halinde kanat çırpıyor, kavisler çizerek uçuyor, karanlık semayı turluyor ve kalktıkları yere geri dönüyorlar.

Sonra tekrar hareketleniyor, anlayamadıkları ama hissettikleri bir ızdırabın acısını hafifletmek ister gibi kanat çırpıyorlar.

Karanlığın bağrına gömülü evlerin ışıkları birer ikişer yanıyor, pencereler açılıyor, herkes bu garip kuşlara bakıyor.

Bütün canlılar gecenin bağrında uyurken bu kuşlara da ne oluyor?

Bir ürperti, bir huşu hissediyor herkes ama dile getiremiyor.

Yağmur hafif hafif çiseliyor.

İpek Palas Oteli…

Saat gecenin 3’ü… 27 no’lu oda…

Yağmur gözlü güzel, usulca gözlerini kapamış, nurdan bir abide gibi inancın ve asaletin yüceliğinde öylece uyumaktadır.

"Uyudu, ağrıları biraz olsun hafifledi herhalde" diyerek üstünü örtüyorlar.

Otelin kapısına dayanan emniyet amirinin sesi yırtıyor karanlığı.

"Ankara’nın emri, derhal Urfa’dan çıkmanız gerekiyor, ‘gerekirse çöp arabasına koyup gönderin’ dediler.

Vefakar Urfa halkı oradadır.

"O bizim misafirimizdir, vermeyiz"

Abdullah Yeğin, Başbakan Adnan Menderes’e, ulaşmak niyetiyle gece karanlığında Urfa postanesinin yolunu tutuyor.

Acısını nasıl anlatabilir, hangi kelimeler yüklenmeyi kabul eder bu ağır yükü.

"….ömrünü iman ve Kur’an hizmetine adamış insanı Urfa emniyeti rahat bırakmıyor, bu haksızlığa müdahale ediniz"

Evet , telgraf böyle demelidir.

Gök yüzünde kuşlar…

Urfa semaları çığlık çığlığa…

Kanatlarını açıp kapayarak uçan kuş sürüleri…

Derken, sabah ezanları can vermeye başlıyor Urfa minarelerine.

Büyük Çilekeş, yatağında sessizce uyumaktadır.

Nereye gitse, ardı sıra gelen sadık talebeleri yanı başındadır.

Talebeler telaşlanır.

Bayram Yüksel, "Aman! Üstadım üşümesin" diye, sobaya birkaç odun daha atmakla meşgul.

İman abidesi insanın üzerine ilk defa sabah ezanı okunmaktadır.

Görülmüş şey değil.

En hasta anlarında, zehirlendiği gecelerde bile "namaz vakti geldi mi?" diye mutlaka soran iman abidesi, namaz vaktini sormamakta, Urfa minarelerinden yükselen ezanları duymamaktadır.

Her gece, ezandan birkaç saat önce kalkan, evrad-ı ezkarını tamamlayan, asrın gönül sultanı kıpırtısız uyumaktadır.

Kuşlar, çığlık çığlığadır dışarıda. İnsanlar ızdıraplı bir uykuda

Gün ağarmaktadır.

Ölmüş olabileceğine hiç ihtimal vermeksizin sabaha kadar öylece beklerler.

Öyle bir heyecan, öyle bir azimdi ki akıllardan uzak tutmuştu her türlü yılgınlığı. Ölüm mü? Daha yapılacak çok iş vardı.

Gün ışır.

Büyük çilekeş hala uykudadır. Doktor gelir, ellerini tutar, sıcaktır.

Ayna ister, dudaklarına tutar, aynada buhar oluşmaz.

Bir ömür boyu yanan yanardağ durmuş, "Karşımda müthiş bir yangın var, içinde imanım tutuşmuş yanıyor, evladım yanıyor" diyen yanık ses, susmuştur. Abdülhamit’e kafa tutan, esarette iken Rus komutanın önünde ayağa kalkmayan, mahkemede "ben namaza gidiyorum, siz kararınızı verin", diyen, giyimiyle, kuşamıyla duruşuyla, yaşadığı çağa damgasını vuran büyük dava adamı Sonsuzluğun Sahibi’ne yürümüştür.

Anadolu ızdıraplı uykularından yüreği kanayarak uyanır.

Anadolu Urfa’ya akın eder.

Nur bedeni , Halil İbrahim Dergahı’nda yıkanır.

Yağmur hafif çiselemektedir.

Bir başka âlemde yıkanmış da dünyaya geri gönderilmiş gibidir.

Ulu Cami’de kılınan namazdan sonra on binlerin parmak dokunuşuyla Dergah’a getirilir.

Asker, polis, halk herkes iç içedir.

Hepsi tabuta dokunabilmenin yarışındadır.

Kabrine konulurken bir komiserin okuduğu Kur’an gözyaşlarına boğar herkesi.

Kıyamet kopmuş, vaat edilen hal olmuştur sanki.

Gözler, bulutlarla tatlı bir yarış içindedir, kadınıyla erkeğiyle herkes ağlamanın tadına varmaktadır.

Külfet bitmiş, insanlık adına bir kefaret ödenmiş olsa…

Sürgünlerin Sultan’ı, Urfa’da İbrahim (a.s)’ ın misafirliğinde sadece 111 gün kalabilir.

Bir gece vakti Dergah Camii’nin etrafı darbe askerleri tarafından sarılır ve türbesinin taşları kırılarak kabrinden çıkartılır.

Kuşlar…

Yine geceki kuşlar, her renkten kuşlar, yine çığlık çığlığadır.

Kardeşi Abdülmecit Efendi, Konya’dan zorla getirilerek, nakil esnasında hazır bulundurulur.

Ömründe hiç uçağa binecek kadar parası olmadığı için; "Öyleyse biz de bedava bineriz" diyen, mütevazı ve münzevi insan, şimdi göklerdedir.

Sanki ruhunun arkasından ışıktan bedeni de göklerde buluşmak için kanatlanmıştır.

Kardeşi Abdülmecit Efendi uçağın önünde oturmakta; "Ah üstadım seni kabrinde de rahat bırakmadılar "diyerek ağabeyinin yanı başında için için ağlamaktadır.

Afyon’a yaklaşmışlardır.

Eskişehir az ilerdedir.

Hapishanenin penceresinden, lisenin avlusunda oynayan kızların kırk elli sene sonraki hayatları gözlerinin önüne geldiğinde, onların o perişan halini görüp, bir köşeye çekilerek ağladığı şehir, öylece durmaktadır.

Az ötede, Nur’un ilk kapısı Burdur.

Biraz ilerde; "Umutvar olunuz istikbal inkılabatı içersinde en gür sada İslam’ın sadası olacaktır" sesinin yankılandığı, umudun kapısı Denizli.

Anadolu koca bir göz olup, göklerde süzülen hüzünlü kuğunun göklerdeki son süzülüşünü seyreder.

Uçak, Emirdağ’ın üzerinden geçmektedir.

Ah o Emirdağ! Unutulur mu hiç.

Yıllar önce, iki askerin arasında sürgüne götürülürken,"namaz kılacağım" demesine rağmen ellerindeki kelepçelerin çözülmediği, Emirdağ.

Yol kavşağında, önüne gelen ilk adama kıbleyi sormuştu da;

"Ha, şöyle hocaefendi" demişti adam, eliyle.

Omzundaki seccadeyi yere sermesiyle namaza durması bir olmuştu. Öyle bir

"Allahüekber" demişti ki, kelepçeler kendiliğinden açılıvermişti. İki asker, iki yanı başında öylece kalakalmış, yeryüzü bir cami, iki jandarma eri sanki Süleymaniye’nin iki mermer sütunu olmuştu.

Süngülerin ucundaki gökyüzünün altında kılmıştı ikindi namazını.

Gün battı, batıyordu.

Bir gün değil bir devir sona eriyordu.

Uçak bağrındaki güneşle, ayaklarının altına kırmızı halı serilmiş, yeleleri alevli bir kızıl at gibi akşamın hülyalı ufuklarında dörtnala guruba doğru giden güneşe doğru koşuyordu.

Güneşi güneşle buluşma merasimi vardı gökyüzünde.

Sürgünden sürgüne gönderildiği şehirler seslenir birbirine, Medresey-i Yusufiye’ler gelir dile.

Afyon’a varmışlardı.

Uçak, kızıl kanatlı bir kartal gibi süzüldü Afyon Havalimanı’na.

Afyon’un hikayesi ise bir başkadır.

Bir kış günü… Kanalizasyonlar bile donmuştur şehirde.

Büyük Çilekeş’in kaldığı koca koğuşun camları kırıktır. Kırık camlarından sızan kar ve yağmur suları zeminde buz bağlamıştır. Bir süre koğuşun içinde gelmiş gitmiş, yorulmuştur. Bir kapının sövesine dayanırsa da donmaya başladığını fark etmiş ve; "Bari abdest tazeleyeyim" diyerek suya yönelmiştir.

Su buz tutmuştur.

Ayakları patlayıncaya kadar sopa yemeyi göze alarak, kaldığı koğuşa dalan talebesi Nafiz Çelebi’ye sarılarak;

"Kardeşim ben burada çok perişanım" diyerek ağladığı yerdir, Afyon.

Askeri bir araçla Afyon’dan ayrıldıklarında gün, gecenin siyah gözlerine çoktan süzülmüştür.

Gece geç vakit, etrafı kalın duvarlarla çevrili yamaç bir yere varırlar. Burası Isparta mezarlığıdır.

Bahar bestesiyle gelen bir kış günü; elinde çamurdan kurtardığı lastik ayakkabı, beyaz yün çorabı ile çamurlu yollara bata çıka, iki askerin arasındaki muhteşem yürüyüşe sahne olan Barla az ilerdedir.

Yıldızlarla söyleşilen yalnız gecelerden ve gökyüzüne kurulan kulübelerden, baharın yükseldiği Barla…

Buralar, ilk ışığın fışkırdığı topraklardır.

Hazır bekleyen bir mezara bir gül bırakılır. Kazma kürek sesleri yayılır, gecenin karanlığına.

Coşkun akan ırmak artık yatağına çekilmiştir.

Bazen San’an Tepesi’nden, bazen Emevi Camii’nden, bazen Büyük Millet Meclisi’nden haykıran ses susmuştur.

Uzun kış gecelerinde Sibirya soğuklarında Volga Nehri’nin hazin şırıltılarında hasretle yankılanan, hapishanelerin soğuk, daracık, karanlık hücrelerinde ciğerinden çektiği kanı kalemine mürekkeb kılan, mahkeme koridorlarında çığlıklaşan, Barla Dağları’nda bir başına, ıssız ağaçların başında çığlıklaşan o ses susmuştur.

Cemil Meriç’in, "Said’in sesi ,gür ormanların uğultusu gibidir " dediği ses, on üçüncü asrın minaresine can veren ses, susmuştur.

***

Soğuk bir mart gecesi, saat gecenin üçü…

Urfa semalarında uçuşan binlerce kuş…

Keskin, yağmurlu bir güz rüzgarında titreşen binlerce yaprak gibi bir anda hareketleniyor, bir uğultu halinde kanat çırpıyor, kavisler çizerek uçuyor, karanlık semayı turluyor ve kalktıkları yere geri dönüyorlar.

Sonra tekrar hareketleniyor, anlayamadıkları ama hissettikleri bir ızdırabın acısını hafifletmek ister gibi kanat çırpıyorlar.

Karanlığın bağrına gömülü evlerin ışıkları birer ikişer yanıyor, pencereler açılıyor, herkes bu garip kuşlara bakıyor.

Bütün canlılar gecenin bağrında uyurken bu kuşlara da ne oluyordu?

Kuşlar, koca bir çınarın yanarak, kül oluşuna mı ağlıyordu?

Yoksa Asya steplerine, Afrika çöllerine savrulan küllerinden gül ormanlarının fışkırışına mı seviniyorlardı?

Bir Said’in vefatına mı matem tutuyorlardı?

Yoksa bin Said’in diriliş muştusuna mı çırpınıyorlardı?

İnsanlık için bir nefes, duruşu bile bir destan olan bir nefis sultan, geride tereke olarak; bir yorgan, bir çarşaf, bir çaydanlık, bir şeker tası, kırık bir kaşık… İki kalem, bir kırık gözlük, bir dua kitabı ve bir Kur’an bıraktı.

Tabii bir de dünya’ya yayılan Işık Süvarileri’ni…

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.