Ağustos Böcekleri
Ay ışığı, sarı başaklar bağlamış buğday tarlalarına vuruyor.
“Arkalarında muhteşem bir yaz bırakmaya hazırlanan” ağustos böceklerinin çığlıkları bozuyor gecenin sessizliğini.
Artık köyüme çok yakınım.
İnsan, ayrı kaldığı günler boyunca doğduğu köyünün taşını, toprağını, ağacını, her bir şeyini ne çok özlüyor ; köye yaklaştıkça öylesine garip duygular içine giriyorum ki, sanki bir hatıra cennetine doğru yol alıyorum.
Yalnızım.
Mehtaplı bir gecede her bir tarlayı bekleyen ağaçlar büyük bir mutlulukla bana bakıyor, önünden geçtiğim her bir ağaç tatlı bir reveransla selam veriyor.
Arap Osman’ın tepeyi aşınca önce gurbetten gelecek evlatlarını gözetleyen nur yüzlü bir ana gibi gecenin karanlığında ışıkları parlayan köy minaresi görünüyor.
Sonra sokak lambaları…
Daha sonra da camlarından ölgün ışıklar yayılan kerpiç evler…
Köy girişine gelince arabayı durduruyorum.
Başta babam olmak üzere pek çok yakınlarım, dostlarım burada.
Geçip gitmek olmaz.
Gücenirler.
Her bir mezarın başında dikili serviler füsunlu bir ay ışığında hafiften zikre durmuş dervişler gibi sağa sola salınarak garip gölge oyunları sergiliyorlar.
Sükunlu bir gece
Ağustos böceklerinin çığlıkları ağıtlaşıyor, serin servilerde.
Çocukluğumda ne de çok duyardım bu sesleri…
Bir elimizde etrafa ölgün ışıklar yayan isli fener, bir elde kürek, geceleri tarlalarda çamurlu ayaklarla ağustos böceklerinin muhteşem korosu eşliğinde pancar suladığımız günler geliyor hatırıma.
Bol yıldızlı gecelerde harman yerinde çeçin başında yatarken, bağ-bostan beklerken yalnızlığımıza fon oluşturan ağustos böcekleri…
Sanki onlar ötmeseler ekinler ermeyecek, meyveler olgunlaşmayacak, gurbete gidenler dönmeyecek, ayrılıklar hiç bitmeyecek, mezarında yatanlar hiç dirilmeyecek…
Kabirlerinde tutsak insanların başlarında özgürce ötüyorlar.
Bir zamanlar köy yollarında heybetli adımlarla vakur yürüyen Hacı Kadir Amca derin bir sessizlik içinde öylece yatıyor.
Kar-kış demeden beş vakit namazını hiç aksatmaksızın camide kılan âma Kara Mustafa Dayı da orada.
Her seher büyülü sesiyle dağları ovaları ayağa kaldıran Aziz Amca da…
Bir Kur’an adamı Faik Amca da mütevazı mezarında öylece yatıyor.
Bir yol göstericimizin olmadığı, okumak için uygun hiçbir kitap bulamadığımız, köyden kente gelen yaşıtlarımızın şehirlerde savrulup gittiği yıllarda bu insanlar bize ışık olmuşlardı.
O âma haliyle Kara Mustafa Dayı’nın her sabah daha ilk horoz öterken yattığım toprak evin penceresine gelerek;
“Harun! Kalk oğlum sabah oldu” deyişini hiç unutmadım.
Ruhuma ilk namaz sevgisini bu insanlar aşıladı. Gözleri görmeyen, hayat onun için bitmeyen bir geceden ibaret olan bu insan, içindeki aydınlık cennete doğru yolculuğa nasıl muktedir olmuştu.
1967 Yılıydı.
Daha küçük sayılırdım. On üç, on dört yaşlarındayım. Şehirde tuğla ocağına toprak taşıyor, toprağı birkaç günlük biriktirince de, köye ekin biçmeye koşuyorduk.
Sabahları güneşin doğuşundan çok önceleri uyandığımda hala o yorgunlukları, hiç dinlenemeden bir sonraki sabaha kalkışlarımı bu gün gibi hatırlıyorum.
Çok yoruluyorduk.
Yazları yatsı vakti çok geç girdiğinden bazı geceler uyur kalırız da namaz kılamayız diye, akşam yemeğinden sonra camiye gider şadırvanın başındaki peykelerde ezan okununcaya kadar uyurduk.
Su şırıltıları eşliğindeki o uykuların tadını hala ruhumda hissederim.
Çocuk ruhumuzdaki o namaz coşkusuna rağmen ya işlerin yoğunluğundan ya da namazın önemini tam kavrayamayışımızdan olmalı ki birkaç gün camiye ara vermiştim.
İşlerden biraz boşa çıktığımız bir öğle vakti, köy meydanında çamların dibinde birkaç arkadaş dineliyorduk.
Namazcılar camiden çıkmış birer ikişer evlerinin yolunu tutmuşlardı. Hacı Kadir Amca her zaman olduğu gibi yine en arkadan camiden çıkmış köyün biraz dışındaki evine doğru heybetli adımlarla gidiyordu. Beyaz sakalı nur yüzüne ayrı bir güzellik katan bu vakur insanın elindeki bastonun tıkırtıları yaz sıcağında döşeme taşlara yayılıyordu.
Tam önümüze geldiğinde durdu. Delici gözlerini gözlerime dikerek;
“Hoca! Camiden çabuk yoruldun” dedi ve yürüdü gitti.
Bana hoca demişti çünkü bir imam hatip öğrencisiydim.
Çok utanmıştım.
O söz bir tokat gibi inmişti suratıma.
O ses, ruhumda müthiş bir infilak yaparak derin bir uykudan uyanmama, vesile olmuştu.
Köyün bereketiydi onlar.
Bu duygular eşliğinde Fatihalar yolluyorum, halleşiyorum o sükunlu gecede serin servilerin altında yatanlarla.
Tekrar arabama biniyorum ve hiç uyanmak istemediğim tatlı bir rüyaya dalar gibi bir gece yarısı ağustos böceklerinin karşılama korosuyla giriyorum köyüme.
Daha köyün sınırlarında çiselemeye başlayan hatıra yağmurları köye girerken bir ışık sağanağına dönüşüyor.
Eve geldiğimde anamı karşı komşu Kadın Yengeyle oturuyor buluyorum.
Kadın Yenge iyice yaşlanmış, tanımakta zorlanıyor beni.
Beni görünce dünyalar anamın oluyor.
Sağlığını soruyorum.
“Eh oğlum bu günlere şükür, biraz hareket edince soluğum kabarıyor, üst kata bile çıkmakta zorlanıyorum” diyor anam.
Bir zamanlar gece-gündüz, kar-kış demeden dağları dereleri aşan ayaklar artık ikinci kata çıkmakta zorlanıyordu demek.
Anam yorgunluğumu fark ediyor, aç olup olmadığımı soruyor, aç değilim deyince de “yukarı odana çık da dinlen o zaman” diyor.
Şafakla birlikte köy camisine gidiyorum.
Köyün maneviyat merkezi mütevazı mabet gecenin bağrında ışıl ışıl.
İlk namaz neşvesini bu mütevazi mabette yaşamış, lüks lambasının tıslamaları arasında ilk teravih namazımı burada kılmış, katmer kokulu ramazan iftarlarını bu camide tatmıştım.
Camide çocukluk yıllarımda aynı safta namaz kıldığımız insanlardan hemen hiç kimse kalmamış.
Birer ikişer köy girişindeki serin servilerin altlarına taşınmışlar.
Koca mabet vefalı evlatlarını kaybetmiş yaşlı bir ana gibi inliyor.
Namazdan sonra, hoca namazda okuduğu ayetlerin manasını veriyor
Kıyamet koptuğunda bütün canlılar öldüğünde, her bir canlı sere serpe cansız bedenleriyle yere serildiğinde Alemlerin Sahibi; “Mülk kimindir?” diye soracak.
Dünyada mal-mülk davasında bulunanlardan, Nemrutlardan, Firavunlardan, Karunlardan hiçbir ses çıkmayacaktır.
Alemlerin Rabbi kendi sorusuna yine kendi cevap verecektir;
” Mülk, bir ve her şeyi yok etmeye muktedir olan Allah’ındır…”
Hepi topu üç beş cemaat.
İçlerinden biri kavuşturana şükür diyor, yeniden kavuşmanın sevinciyle şafak aydınlığında dağılıyoruz evlerimize.
Toprak evimizin balkonunda köyü dinliyorum.
Çocukluğumdan seslerine aşina olduğum kumrular, ah o kumrular! ne de güzel ötüyorlar.
Dallardaki kuşların tatlı cıvıltıları, köyün orasından burasından kesik kesik öten horozlar
doyumsuz bir yaz sabahını müjdeliyor.
Her bir varlık, yeni bir günün doğuşunu kendi avazesiyle haber veriyor.
Dağları ikiye bölerek ufka doğru uzanan yollar, bir zamanlar koyunlarla kuzularla içinde gezindiğim karşı dağlar yavaş yavaş belirginleşiyor.
Derken gün, ilk ışıklarını döküyor köyün üstüne.
Geldiğimi öğrenince şehirde öğretmenlik yapan yürekleri sevgi dolu ağabeyim ve sevgili yeğenim Muhammed’de geliyor.
Bir hafta kadar birlikte boya, badana yaparak, bahçede çalışarak dinleniyoruz.
Akşamları evin önündeki bahçedeki asma yaprakların bürüdüğü pergülenin altındaki peykelerde karşılıklı oturarak boğazdan esen kaba rüzgarın serinliğinde gece yarılarına kadar sohbet ediyoruz.
O doyumsuz sohbetlere yine ağustos böcekleri eşlik ediyor. Bir de sohbetimize iştirak etmek istercesine az ilerdeki çaydan başını uzatarak kesik kesik öten kurbağalar.
Işığı yanmayan virane evler içimize garip bir hüzün verse de, insanın sevdikleri ile birlikte olması ne büyük bir mutluluk.
Sayılı günler de çabuk tükeniyor.
Ağustos böcekleri “muhteşem bir yaza veda ederken” ben de, başını sıcak bir yastığa koymuş yaz güneşinin bağrında uyuyan sevgiliye,
hatıralarımın cenneti köyüme,
hatıralarımızın ışığı anama
veda ediyorum.