Ağlama Ya Rasülallah
Sarı saçlarını son bahar rüzgârlarında savuran bir eylül gecesi… Mehlika Sultan’a aşık gençler gibi; bu topraklardan aldıkları ışıkla, Asya’nın bereketli topraklarına koşan ve karanlık bozkırı aydınlatmaya koyulan kınalı küheylanlarla birlikte; Tanrı Dağlarının eteklerinden sonsuz bozkıra bakan bir evdeyiz.
Gündüzün suskun duran bozkır, gece ilerledikçe bir havar türküsü gibi ağıtlaşıyor.
Yanan odun çıtırtıları arasında harı gittikçe artan şöminenin şavkında koyulaşıyor sohbet.
Baştan beri hüzünlü bir meleğin yüzüne benzeyen güzel simasıyla bir köşede sessizce duran bir yiğit, salondaki büyülü sükûnu bozmaktan çekinircesine kısık bir sesle söze karışıyor;
“Adım Ali, Batmanlıyım. Buralara 1994’te Necati adında bir arkadaşımla geldik. Necati o yıl herkesin can attığı İTÜ Bilgisayar Mühendisliğini kazanmasına rağmen hizmet için Asya topraklarına koşanlardandı.
Necati’yle sık sık bir araya gelir, hasret giderirdik. Ne de olsa gurbete düşen garibin gözü yolda olsa da yüreği geride bıraktığı yurdunda olurmuş.
1999 yılıydı. Akşam evde öğrenci arkadaşlarla çay içiyorduk. Telefonumuz çaldı. Korkulu , kesik kesik bir ses acele Necatilere gelmemizi istiyordu.
Yüreğime bir kor düştü.
Kış günü… Her taraf kar, sokaklar zifiri karanlık…
Necati, üniversite öğrencileriyle birlikte bir apartmanın yedinci katında kalıyordu. Karlı-buzlu yolları nasıl yürdüğümü, merdivenleri nasıl tırmandığımı bilemiyorum. Kendimi yedinci katta buldum. Necatilerin kapısı açıktı. Hemen içeri daldım.
Aman Allah’ım ! Arkadaşlarımızı kemerlerle bağlamışlar, her tarafaları kan içinde; birisinin gece karası saçlarının arasından, sık otların perdelediği kanlı bir dere gibi hala kan sızıyordu. Daha biz “neler oldu burada? demeye kalmadan bizi telefonla arayan arkadaşımız;
“Siz bizi bırakın içeri girin…Necati…” diyebildi. Korkudan hem kendisi hem sesi titiryordu. Olayın şoku üzerindeydi.
Bu sözlerden içerde daha korkunç bir şeylerin olduğunu hissetti yaralı yüreğim. Aklım başımdan gitmiş bir halde koştum içeri.
Aman Allah’ım! İçerisi sanki hortumla kan sıkılmış gibiydi, duvarlar, halılar, kanepeler, her taraf kandı.
Kan, kan, kan… her yer kan… Biraz önce burayı basan vahşi suratlı eşkıyalar evi savaş alanına çevirmişlerdi.
Gözlerim Necati’yi aradı. Bir yastık gibi defalarca duvardan duvara vurulduktan sonra bir kan torbası gibi kanlı halının üstüne düşmüş bir cesede ilişti gözlerim. Kimse bu Necati demezdi. Surat diye bir şey kalmamış, ay gibi parlayan gül yüzü paramparça olmuş, bir eliyle de kan kırmızı bir kitabı sıkıca tutmuştu.
Her taraf pıhtı pıhtı kandı.
Bilincim, bedenim yumruklarla dövülüyor, zonkluyordu. Kendimi toparlamaya çalıştım. Vakit kaybetmemeliydik. Hemen ambulansı aradık. Ambulansdan önce polis geldi. Polis bana suçlu gibi davranıyordu.
Sabaha kadar sorguya çektiler, psikolojim bozulmuştu.
Serbest kalınca doğruca hastaneye koştum. Gurbetteki yaralı yiğitler Necati’nin kapısında nöbetteydi. Çekilen filmler acı gerçeği haykırıyordu; Necati’nin burnu kafatasından kopmuş, kafatası parçalanmıştı.
Doktor; “biriniz kalın, diğerleri gitsin” dedi.
“O bir kişi benim” dedim.
Bir süre sonra Necati’yi ameliyata aldılar. Ahirete götürülüyor gibi sedyede cansız yatan Necati’nin peşinden ameliyathanenin kapısına kadar koştum.
Onu içeri aldılar.
Ben kapının dışında kaldım.
Yalnızdım, kimsesizdim.
Hep duyuyordum. Güllerin Efendisi(s.a.v), gurbetteki ışık süvarileri zor durumda olduklarında yanlarında olur, onlara ümit verir hatta bazen de kakül-ü gülberlerinden koklar ve; ‘Ohh… Sizler Cennet kokuyorsunuz, tam gönlüme göre hizmet ediyorsunuz; adımı dört bir yana duyuruyorsunuz!’ diyerek alınlarından öpermiş; acaba biz Efendimiz(s.a.v)’in gönlüne göre hizmet edememiş miydik?
Neden bu kadar yalnız, neden bu kadar çaresiz, neden bu kadar kimsesizdik?
Doktorlar ameliyata, ben de duaya durdum. O kapının önünde “Bir yiğit gurbete düşmeye, gör başına neler gelir” sözünü daha bir derinden hissettim.
Gurbet duygularımı iyice inceltmişti. Kendimi koyuverdim.
Önünde durduğum bu kapıdan Necati sağ çıkamassa, anne-babasına ne derim diye ağladım , ağladım.
Ne kadar vakit geçti bilemiyorum, kapı açıldı ve doktorlardan biri çıktı. Beni görünce gülümsedi.
“Ameliyat başarılı geçti” dedi.
“Ohh… şükürler olsun…” dedim. Biraz sonra, cennetten çıkarılıp gül yüzlü melekler eşliğinde dünyaya geri getirilen bir insan gibi beyaz elbiseli görevliler Necati’yi sedye üzerinde odasına taşıdılar. Yüzü gözü sargılar içersindeydi. Narkozun tesiriyle durmadan sayıklıyor ve; “Sen Ağlama Ya Rasulullah! Ben ağlayacağım. Ne olur sen ağlama sana söz verdim ben ağlayacağım,” diyordu.
Ne yapacağımı şaşırmıştım, adeta kanım donmuştu.
Nihayet Necati ayıldı, kendine geldi. Beni karşısında görünce hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı; buna hıçkırmak denmezdi adeta haykırarak ağlıyordu.
Biraz sakinleşince; “Biliyor musun ameliyatta yanımda kim vardı,” dedi.
“Biliyorum” dedim.
“Ameliyat boyunca Peygamberimiz (s.a.v) ve Fethullah Gülen Hocaefendi hep yanımdaydı. Efendimiz hep ağladı, Hocaefendi ameliyata yardım etti. Malkom X’ de geldi. Şu anda Peygamberimiz karşımda duruyor ve ağlıyor” dedi. Sonra bana dönerek; “ne olur söyle ona ağlamasın, hem göz yaşlarımı sil de görmesin.” dedi.
O arada bir hemşire içeri girdi. İğne yapacaktı. Necati; “Üzerimi örtün Efendimiz (s.a.v) görmesin, ayıp olur” dedi.
Ağır bir gül kokusu gibi odada Rasulullah’ın varlığını artık hepimiz hissediyorduk.
Ağlıyorduk, çünkü Rasulullah da ağlıyordu. Öylece on-on beş dakika geçmişti. İçerde öyle bir atmosfer vardı ki tarif edemem. Bir yandan kendi gözyaşımı, diğer yandan Necati’nin gözyaşlarını siliyordum.
O an bizim için çok önemliydi. Çünkü Rasululah yanımızdaydı. Bir daha o anı nasıl yakalayabilirdik.
Bir ara Necati sargıların içinden hıçkırarak; “Allah bizden razı olmuş mudur?” dedi.
Hepimiz kendimizi bütün bütün salmıştık.
Ebedi yolculuğuna çıkmışken yolun yarısında, Güllerin Efendisi (s.a.v) tarafından geri döndürülen Necati iyice kendine geldiğinde bir ara; ‘Güllerin Efendisi gidiyor; gidiyor ama giderken bize gülümsüyor’ dedi.
Bir gün sonraydı. Hastaneden eve gelmiştim. Birlikte kıldığımız bir namaz sonrası arkadaşlarla dua ediyorduk. Bir arkadaşımız başını kaldırdığında bir de bakıyor ki, Güllerin Efendisi (s.a.v) bize bakıp bakıp gülümsüyor.
Anladım ki Peygamberimiz hep bizimle birlikte. Bizi yad ellerde yalnız bırakmıyor. Bize; “Siz hizmetinize bakın; Ben Kimsesizler Kimsesiyim, sizin de kimsenizim, siz kendinizi değiştirmedikten ve sevdanızı terk etmedikten sonra düşmanlığa yenik ruhların hücumları size zarar veremeyecektir,” diyor, kalblerimize inşirah salıyordu.
O gün anladım ki ömürlerimizin baharında idealimizin ufuklarına koşan bizler kimsesiz değiliz.”
***
Salonda şöminede yanan odunların çıtırtılarından başka çıt çıkmıyordu. Ağır bir melal çökmüştü kınalı küheylanların yüzlerine. Gözlerinin güzelliği gönüller fetheden Batmanlı Ali’nin anlattıkları Tanrı Dağlarının eteklerindeki evin geniş salonunu hüzünlü bir sükûna boğmuştu.
Kimse o sükûnu uyandırmak istemiyordu.
Bozkırda rüzgâr hızını artırdıkça artırıyordu.
Sanki başlarını, yüce dağlara doğru çevirmiş binlerce yılan ıslıklıyor, binlerce vahşi kurt uluyordu karanlık bozkırda.
Asya’nın kınalı küheylanları kalkıp gecenin karanlığında birer ikişer kaybolduğunda; insanın içine ürpertiler salan bozkırda sabah yakındı.