Adsız Oğlan’a babasından haber var
Sonbahar, sokaklarda doyumsuz güzelliklerini sunuyordu.
Bişkek, sarının en güzel renklerini giyinerek Tanrı Dağları’nın eteklerinde gezintiye çıkmış parfüm esintisi bir dilber gibiydi; sevgilinin rüzgârında savruluyordu sarı saçları.
Dağların zirvelerinden kopan rüzgârın kükreme sesiyle, Bişkek, ürkek bir ceylan gibi titriyordu.
Issık Göl Film Festivali’nin ödül töreni için Devlet Filarmonisi salonuna geldiğimiz de Cengiz Aytmatov’un sonsuz tebessümleri karşıladı bizi.
Girişteki kalabalığın arasında, saçlarının siyahları iyice silinmiş bir kadın gözümüze ilişti.
Beli hafif eğik, kemikleri yapılıydı.
Karşısında kendini dikkatle dinleyen biriyle konuşuyordu.
“Cengiz Ağa’nın kız kardeşi” dediler.
Yanına gittik.
Yüzünü döndüğünde bir de ne göreyim. Aman Allah’ım! Tıpkı Cengiz Aytmatov.
Bir insan bu kadar mı kardeşine benzer.
Boyu… Duruşu…Hüzünlü tebessümü…
Tıpkı o.
“Rosa Aytmatov…”diye tanıştırdılar.
Cengiz Aytmatov’un ardından yazdığım yazıyı okumuş,
“Bu gibi şeyler bizi ziyadesiyle memnun ediyor” dedi.
Sordum, “Babasının, kırk yıl sonra sürgünden gelen selamını almak için hastaneye giden kardeş, bu hanfendi miydi?” ;
“Evet” dediler.
****
70’li yılların ortası…
Asya hala karanlıklar içerisindedir. Kış, bütün mevzilerde gücünü korumakta; her şey, koyu bir karanlığın koynundadır.
Gece, bağrında büyüyen acılarla uzayıp gitmektedir.
Bir tutam ışığa hasret geceler…
Karanlıkta, el yordamıyla herkes yitiğini aramaktadır.
Cengiz Aytmatov ve kardeşleri de yaklaşık kırk yıldan beri babalarını aramaktadırlar.
Yazdığı kitaplarda adeta açık kayıp ilanı verir gibi “babacığım ben sana bir anıt dikemem, nerede olduğunu bile bilmiyorum” dese de kırk yıl boyunca hiçbir haber alamazlar.
Babası Törekul Aytmatov, halk düşmanı diye 1938’in kış ortasında evinden götürüldüğünde Rosa Aytmatov, henüz beş -altı aylıktır.
Cengiz Aytmatov ise yedi -sekiz yaşlarındadır.
Dönemin yetkililerine önceleri anneleri, daha sonra ağabeyi Cengiz Aytmatov defalarca dilekçe yazsalar da;
“Törekul Aytmatov on yıllığına sürgüne gönderilmiştir. Kendisine haberleşme yasağı konulmuştur.” cevabının dışında hiçbir haber alamazlar.
Hiç sonu gelmeyen on yıl…
1975 yılına gelindiğinde, Rosa Aytmatov Talas’ta Kasida adında bir kadınla karşılaşır.
Her gün biraz daha ateşi artan ayrılık, kırkıncı yılına yakındır.
Kadın; “ağabeyim yıllardır sizi arıyor, üzerinde babanızdan bir emanet varmış. ” der.
Babasının adını duyunca tüm vücudu titremeye başlar.
Heyecanlanır.
“Ağabeyiniz şu an nerede?”.
“Tüberkulöz hastanesinde, son günlerini yaşıyor”
İkisi birlikte yola çıkarlar.
Babası sağ mıdır?
Sürgünde midir?
Ölmüş müdür?
Öldüyse mezarı nerededir?
Sorular, çiviler çakar beynine.
İki yataklı bir hastane odası…
Yaşlı ve hasta bir adam…
Babasının hücre arkadaşı…
Adı Tenirberdi olan ve son günlerini yaşayan bir adam…
Göz göze gelirler.
Rosa Aytmatov’a dikkatlice bakar,
“Gözlerin tıpkı babanın gözleri…
Bundan sonra ölsem de gam yemem. Artık ötede baban Törökul’la görüştüğümüzde yüzüm yerde kalmaz’diye başlar sözlerine.
Konuşurken sık sık nefesi tıkanır.
“Beni, akla hayale gelmedik şeylerle suçladılar. İşkencelerle üzerime geldiler, ayaklarının altına alarak ezdiler.
Ben sustum…
Hâkim sinirlendi.
Tüfeğin arkasıyla yüzüme öyle bir vurdu ki, oracıkta kendimi kaybettim. Bilmem ki, orda kaç dişim dökülmüştür.
“Soğuk beton üzerinde kendime gelip, gözlerimi açtığımda koğuşta olduğumu fark ettim. Etrafa baktığımda dayaktan yüzü-gözü şişen insanları fark ettim. Hepsinin yüzünde; ezilmişliği, kırık dökük ruh hallerini gördüm. Bir birleri ile konuşmaya korkuyorlardı.
“Köşede bir tek demir ranza duruyordu. Benim yanımda ise nur yüzlü, uzun boylu biri yüzümdeki kanları siliyordu. Yumuşak sesiyle bana: ‘Gel kardeşim benim yerime yat’ diyerek kolumdan tuttu ve yatağa yatırdı.
Gözlerimin içine şefkatle baktı. ‘Ben Törekul Aytmatov’ dedi. Talaslı olduğumu öğrenince daha bir sevindi. Meğersem bu yatakta; mahkumlar nöbetleşe yatıyorlarmış. O gün yatakta yatma sırası babandaymış.
Hapishanenin yastık kılıfından kendine küçük bir torbacık dikmiş. Onun dışına Çıngız, İlgiz diye çocuklarının ve aşağısına da kendi memleketi olan Talas’ın ismini özenle nakş etmiş. Bilgili, medeniyetli ve temiz birisiydi. Koğuştakiler mecburi olarak ona saygı gösteriyorlardı. Tarağını, diş fırçasını, diş macununu temiz bez parçasına sararak diktiği o torbada saklardı. Bir keresinde bana; ‘buradan çıkarsan benim ailemi bul. Benim çocuklarım, vatanıma karşı hiçbir ters düşüncem olmadığına inansınlar. Beni çok düşündüren büyük oğlum Çıngız’ın yumuşak huyluluğu, gözü yaşlılığı ve haksızlığa karşı hiç dayanamaması.
Hayatta zorlanabilir.
Belki bir daha görüşemeyebiliriz.
Hoşça kal kardeşim! Bu dünyada bir daha nasip olmazsa ötede görüşürüz.’ dedi.
Bu onunla son görüşmemizdi.
Göz yaşları içinde, dediklerinin hepsini yerine getireceğime söz verdim.
Bir kaç dakika sonra polisler gelip onu götürdüler.
İki gün sonrada eşyalarını… Belli ki babanı öldürmüşlerdi.
Bana da Sibirya yolu göründü. Yirmi beş yıl sürgün hayatı yaşadım. Size haber veremedim.”
Gurbette; hasretin ateşiyle ısıtır o selamı.
Törekul’un torbasını, yıllarca hapisten verilen montun iç cebindeki en derin yerinde saklar.
Bir gün, üzerindeki isimlerden dolayı bir ırmağa atmak zorunda kalır.
Bu yaptığından dolayı Allah’ın ve Törekul’un ruhunun onu af etmeyeceğine inanır.
Bunu öylesine söylemez.
Torbayı ırmağa attığı gecenin sabahında atını nallarken, birden sertçe bir çifteyle yere serilir.
Nefesi kesilir.
Kaburga kemikleri kırılır. Akciğerinin yarısı ezilir. Böylece bir anda sakat bir insan oluverir. O günden bu güne kadar hastane hastane dolaşır.
Öksürükler, sık sık sözlerini keserken o ısrarla konuşmaya devam eder;
“Ve birgün…
Şu yanımdaki yatakta bir genç yatıyordu.
Durmadan kitap okuyordu.
Merak ederek istedim.
Toprak Ana, Cengiz Aytmatov…
Kapağını açtım: ‘Baba, ben senin nereye defn edildiğini bilmiyorum. Bu eserimi sana atfediyorum… Törökul Aytmatov. Anneciğim bizim dördümüzü büyüttün. Sana bağışlıyorum; Nagima Aytmatov’a’
Kapaktaki resme baktım. Cengiz’in yüzündeki derinlik, cesaret; tıpkı babası Törökul’du.
Elimde olmayarak birden; ‘Bu, Törökul’un oğluymuş ya! Canım kardeşim!’ diye bağırıverdim.
Kitabı kucağıma basarak gözyaşlarımı saatlerce üzerine akıttım.
O gün bu gündür bende ne uyku ne de rahat kaldı. Nasıl olurda Törökul’un vasiyetini yerine getirmeden can veririm. Ötede bana; ‘Tenirberdi! Neden verdiğin sözü yerine getirmedin? Onlar beni hayatı boyunca aramasınlar dememiş miydim?’ derse ne diyeceğim?”
Rosa Aytmatov, yatakta son anlarını yaşayan adamdan daha kötü durumdadır. Adama sarılarak sarsıla sarsıla ağlamaya başlar.
Fenalaşır.
Adam son sözlerini söyler; “Kurban olayım yavrum! Beni tüm Törökul ailesi adına affet” diye yalvarır.
O selam onlara ulaştığında anneleri; beklemekten yorulmuş, gecenin bağrına bıraktığı acılara dayanamayarak vefat etmiştir.
O selamı da duyamamıştır…
Hem de hastane odasında kavuştukları selamdan sadece dört yıl önce…