HARUN TOKAK

Cenazeme Gelir misin?

Geçen pazar günü…Baharın, en yeni ,en güzel giysileri ile Boğaziçi kıyılarında gezintide  olduğu bir gün…

Doğu’da birlikte çalıştığımız kadim dostum Enver Bey’in oğlunun nikah töreni için eşimle birlikte Florya’ya doğru gidiyoruz. Gayr-i ihtiyari arabanın radyosuna uzanıyor elim.

İçli, dokunaklı, sihirli bir ses…

“Cenazeme gelir misin?” diyor.

“Biliyorum, hiç beklemiyordun bu daveti.

Ansızın geliverdi değil mi?

Şaşırdın…”

Gerçekten de şaşırıyorum.

İçim ürperiyor. Kapatayım diye düşünüyorum. O içli, o ipek sesiyle Senayi Demirci o kadar güzel okuyor  ki, kıyamıyorum. Bir ara telefonum çalıyor. Arayan ağabeyimin damadı, yeğenim Mimar Ferhat Bey.  “Amca! Bir gurup iş adamıyla geldik, pazartesiye kadar İstanbul’dayız. Bir haber edeyim diye aradım.”

Sesi sevinç dolu. Eyüp Sultan’ın önünden geçerken Güllerin Efendisi’ne kucak açmış olan, boynunu bükerek bütün kalbiyle; “Ne olur Ya Rasulullah! Gel evimizde kal, gel ki gül kadar incitmem seni” diyen ulu sultana çevriliyor  gözlerim.

Huzur içinde öylece duruyor.

Evinin ve gönlünün kapısını Allah’ın sevgilisine açmak, yüz yaşına yaklaşırken kendini bir atın üstüne bağlatarak Bizans surları önüne kadar koşmak, “Beni surların dibine gömün, ben gelecekteki fetih süvarilerinin sesini duymak istiyorum” demek… Sonra da görevini yerine getirmiş olanların huzuru içinde, huzuruna gelenlere avuç avuç huzur sunmak… Galiba sultan olmak böyle bir şey, diye düşünüyor ve ulu sultana Fatihalar uçuruyorum. Haliç Köprüsü’nün  ortasında  park halinde bir polis otosu duruyor, polisler telaşlı telaşlı korkuluklardan aşağılara doğru bakıyor. Belli ki bir intihar olayı var. Gözlerim şehrin çeşit renklerinde dolaşırken  kulağımda hala radyodaki o hisli ses;

“Uzanıp uyuduğun bitmez günler tükeniverdi.” “Ölüm bize de yaklaşırmış, bize de yakışırmış” dedin.

Nihayet Florya’ya varıyoruz.

Uçaklar üzerimize üzerimize geliyor. Büyükşehir’in sosyal tesisleri bu mevsimde oldukça muhteşem görünüyor. Bir cennet bahçesine girer gibi giriyoruz içeri. Kırmızı, sarı, beyaz, mor laleler, sonsuz yeşil çimlerin ortasında başını göklere doğru uzatmış, denizin tatlı esintisinde dinleniyorlar. Göklere doğru renkli yılanlar gibi kıvrılan fıskiyeler, havuzlu bahçeler, yürüyüş parkurları, en yüksek  tepeden bir şahin gibi denize bakan  Şahin Tepesi, tatlı bir bahar yeline kendilerini bırakmış çam ağaçları, kamelyalar, denizin  yosun kokusuyla buluşan hanımeli çiçekleri…

Çim halıların üzerindeki uzun bir yolu yürüdükten sonra kendimizi bir düğün salonun içinde buluyoruz. Oldukça mütevazı bir nikah merasimi.

Kadim dostum Enver Bey bizi görünce tebessüm ederek koştu. Her zamanki hali, yüzünde hiç eksik olmayan iki şey: Hüzün ve tebessüm…

Evlerine gelen bir kadın,  “bu çocuğun çorabı delik” dediği için utancından bir daha içeri girmeyen, saatlerce soğuk odada  ders çalışan, o utangaç ilk okul öğrencisi Ali İhsan büyümüş, soylu bir delikanlı olmuş, öğretmen olmuş ve bahara bağrını vermiş bir Pazar gününde  evleniyordu. Marmara’nın süt buğusu sonsuz maviliğine nazır salon, gönül sevinci evlatlara sahip olan anne -babaların ve bir birini seven iki insanın  göz aydınlığında, tebessüm ışıltısında.

İki genç, sevgiden bir yuva kurmak için kumrular gibi kanat çırpmaya hazırlanıyorlar yeni ufuklara.

Enver Bey, oğulları Ömer ve Bera ile uzun uzun hasret gideriyoruz. Van günlerinden konuşuyoruz.

Güneş, yavaş yavaş bir güne daha vedaya hazırlanıyor.

Bir bahar akşamında Şahin Tepesi’nden güneşin kızıl sularda batışını seyretmenin doyumsuz olduğunu tahmin etmek hiç de zor değil.

Ama akşama misafirlerimiz geleceği için Marmara’nın yeşil-lacivert kıyılarında bir bahar akşamının güzelliğini göremeden  ayrılıyoruz.

Akşam misafirlerimiz daha henüz gelmişti ki yine telefonum çaldı. Arayan yine yeğenim Ferhat Bey’di. Bu kez derin bir hüzün vardı sözlerinde;”Amca! Babamı acil hastaneye kaldırmışlar, acele dönmemi istediler.” Ben bu telefon dilini rahmetli babamdan beri çok iyi bilirim.

Evde buluştuk ve misafirlerimizi uğurladıktan sonra birlikte yola çıkıyoruz. Ferhat Bey’in yalnız yolculuk yapmasına gönlü razı olmayan arkadaşı Alper Bey de bizimle birlikte. Bir fırsatını bulup Alper Bey’e; “babasının öldüğünü biliyorsun değil mi?” diye sordum. “Biliyorum ama Uşak’a kadar Ferhat Bey’e söylemeyelim” dedi. Ama az sonra gelen bir “Allah rahmet etsin” telefonu, aramıza siperlediğimiz bütün tedbir perdelerini delik deşik ediyor.

Zavallı yeğenim, hiç beklemediği bir anda apansız  tipiye tutulmuş şaşkın, taze bir dala dönüyor. Arabanın koltuğunda gecenin karanlığına başını dayayıp, boynunu hafif sağa eğerek duygulu bulutlar gibi içli içli boşanmaya başlıyor.

Az öncesine kadar hayatta olan babasının üzerine  “Rahmetli”  sözü yumuşak siyah bir şal gibi örtülüvermiş ve babası o örtünün altından kendisine bakıyor.

Oğlunun gurbete gideceğini duyunca, “Gitme oğlum! Ben senin ayrılığına dayanamam, beni torunlarımdan ayırma, ben onları görmeden duramam” diyen adam işte kendisi bırakıp gitmişti.

Değil oğlunun gurbete gitmesi, “gurbet” sözü bile onu yıkmaya yetmişti, ne zamandan beri bir yanını sürükleye sürükleye geziyordu. Yüreği daha fazla dayanmamıştı. Bendenbu kadar deyip gitmişti garibim.

Arabamız, gecenin siyah perdesini sıyıra sıyıra bir hüzün dalgası gibi akıyor. Yolun iki kıyısındaki ışıklı direkler, hazin bir ayinde elinde fener tutan, yüzlerinde ölüm gölgeleri gezinen görevliler gibi hızlı hızlı geçiyorlar önümüzden.

İzmit’i biraz geçiyoruz ki, araba hisli bir hayvan gibi huysuzlanıyor, sonra da duruyor ve bir daha yürümüyor. Gecenin bir vaktinde yolda kalıyoruz. Dışarısı buz kesiyor. Kamyonlar, tırlar, gecenin karanlığında ölüm çığlıkları atarak yanı başımızdan geçip gidiyorlar.

Olduğumuz yeri tarif için az ilerimizdeki levhayı okumaya gidip döndüğümde yeğenimi telefon ekranından babasının fotoğrafını açmış, bakıp bakıp ağlıyor buluyorum.

“Resmine bakıp bakıp da ağlanacak O adam benim……

Soluk bir resme asılmış,

Kalbinin her atışında ölümlerden döndüğünün farkında olmayan, Uzun süredir aramızda yaşayan,

“Muzaffer Erdoğan”

Uşak’a gitmekte olan bir otobüsün Dilovası yakınlarında olduğunu öğrenmemiz hazin bir gecenin tek tesellisi oluyor. Biraz sonra yanımıza gelip duran otobüse iki arkadaş biniyorlar . Uzun uzun bakıyorum arkalarından. Bir genç mimar babasını kendi elleriyle toprağa vermeye gidiyor. Geceyi onaran Mimar’ın merhametine havale edecek babasını.

“Ne yapsan boş… Göklerden gelen bir karar var”

Ben huysuz bir at gibi duran arabanın yanında  gecenin o vaktinde kalakalıyorum. Gece soğuk ve  karanlık. Gecenin siyah dudaklarında yine o sözler;

“Cenazeme gelir misin?”

“Biliyorum, hiç beklemiyordun bu daveti. Ansızın geliverdi değil mi?

Şaşırdın…”

Ve ben gecenin siyah gözlerine dikerek gözlerimi, konuşuyorum kendi kendime.

Muzaffer Ağabey!

“Yatağı soğuk kalacak adam…

Akşam eve dönmeyecek adam… Kapıyı çalması beklenmeyecek adam… Sofrada yeri olmayacak adam… Adı telefon rehberinden silinecek adam…”

Bir birimizi ne kadar da çok severdik, değil mi? Köye her gelişimde sen koşar gelirdin.  Son  gelişimde de kar-kış dememiş bir yanını sürüye sürüye yine koşup gelmiştin.

Ama ben senin cenazene bile gelemedim. Yolda kaldım.  İnşaallah  orada görüşmek nasıb olur. Yolun açık, makamın cennet olsun.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.