Kerbela’da Şafak Söküyor
Mehtaplı bir Mah-ı Muharrem…
Aylar süren yorucu bir yolculuktan sonra Ehl-i Beyt Kerbela’ya ulaşıyor.
Ay ışığı vurmuş serin sulardan yükselen havar türküsünü sabaha değin dinleyen Kerbela topraklarında şafak söküyor.
O gece “söyletmeyin beni yaram derindir, Fırat’ım ben… Fırat’ım ben… Ciğerleri yanan Ehl-i Beyt’e bir yudum su veremedikten sonra bunca suyu ne edeyim ben.” diyerek sabaha kadar ağladı, sabaha kadar hıçkırdı durdu Fırat;
Çadırlarda, su! su!’ diye inleyen çocuklar Fırat’ın aydınlık şırıltılarını duyuyor, kulaklara dolan şırıltılar anaların yüreklerini yakıyor.
Gül dudaklar kuruyor, çadırlar yanıyor, çocuklar yanıyor.
Berrak bir gökyüzünün altında ve bir masal ülkesini andıran rengârenk Kerbela çöllerinde sürüler halinde gezinen ceylanlar, marallar Ehl-i Beyt yanıyor diye Fırat’ın serin sularına mesafeli duruyorlar.
İnsanlıktan uzak bir yerde, Kerbela’da kader, bir havar çığlığı gibi örüyor Ehl-i Beyti’n hayatını.
Kerbela’da şafak söküyor…
Elinden alınmış yavrusuna bir yudum süt veremeyen göğüsleri dolu bir ana gibi ağlayarak, hıçkırarak, kendini yerden yere atarak en hazin şırıltılarla ay ışığında akıyor, akıyor Fırat.
Namaza, Kur’an’a tahsisli son gecede son namazlar kılınıyor, son niyazlar, gazap fışkıran kumlara kurulu çadırlardan Sonsuzluğun Sahibine iletiliyor.
İmam Hüseyin yanındakilere; “Saltanat, ilahi adalete dayanmayan bir düzendir. Bu düzenin hedefi üsttekilerin konumlarını korumak adına alttakileri koyunlaştırmaktır. Ben bu sürüleşmeye başkaldırıyorum.
Başım mı gidecek? İlahi adalet için feda olsun. Bana ‘sus’ diyorlar, susamam, çünkü vakit daralıyor.
Her şeyin kökü kazınıyor. Bana ‘Dilini tut, başını belaya sokma.’ diyorlar, tutamam. Gerçekler gizleniyor, haklar çiğneniyor, değerler yok ediliyor, davet ortadan kaldırılıyor, halk aç bırakılıyor, işkence görüyor ve sürgün ediliyor. İsraf, eğlenceler, ayrımcılıklar, altın ve servet biriktirmeler, hakaretler, sömürüler, övünmeler ve daha birçok Cahiliye âdeti.
İşte bütün bu cinayetlere karşı koyarak mücadele etmek ve İslam adaletini korumak bu ailenin sırtına yüklenmiştir.
Gece sizi bürüyünce birer ikişer alınız ve buradan uzaklaşınız”
Kerbela’da şafak söküyor…
Nazlı kelebekler, Kerbela ateşinde yanmayı yeğliyor.
Işığa olan aşklarından ateşin etrafında dönerek can veren pervaneler gibi yüzünün güzelliği gönülleri fetheden bir ateş parçası İmam Hüseyin için yanmayı tercih ediyorlar.
İşte aşk budur.
Sevgide sonsuzlaşmak budur.
Seven, sevilen için en sevdiği şeyi feda edebilmelidir.
Gece boyunca niyaza durmuş olan İmam Hüseyin gece sırtını sabaha dayadığında o yorgun ve güzel gözleri bir ara kapanırsa da;
‘Düşman saldırıya geçti!’ diyerek hemen uyandırılıyor.
Susuz dudaklarda buruk bir tebessüm…
‘Hüseyin’im! Ben seni bekliyorum, bugün bana kavuşacaksın,’ demiştir, Gül Dedesi, Güllerin Efendisi.
Kerbela’da Şafak söküyor.
Gam kervanları geçiyor Kerbela’dan.
Yezid’in ordusu güneşe diklenen yılanlar gibi kumlarda kıvrılarak Ehl-i Beyt çadırlarına doğru akıyor.
Dünya gazap olmuş güllerin üzerine geliyor.
Boyuna göre kılıç bile bulunamayan Ehl-i Beyt delikanlıları daha güneş doğmadan bir bir doğranıyor, sabahın seherinde vınlamaya başlayan oklarla kirpiye dönen gül bedenleri atların ayakları altında çiğneniyor.
Değil, kumlara belenmiş yaralarından kanlar akan taze delikanlılar; kadınlar, kızlar bile çadırlarda nefes almakta zorlanıyor.
Buğu buğu kan kokuları yükseliyor kızgın kumlardan
İmam Ali ve Fatıma anamız, çadırın direğine dayanmış, güllerinin yanışını, dallarının kırılışını, yapraklarının koparılışını seyrediyorlar.
Kıyamete kadar gelecek bütün evliyanın asfiyanın anası olan “Gül Sultan” yorgun ve yaralı bir kuş gibi çırpınıyor çadırın dibinde.
Can parçasının ciğer pareleri yanıyor; Hayber Kalesi’nin kapısını bir pençede söken Allah’ın Aslanı’nın yavruları bir bir kızgın kumlara seriliyor.
Müslümanları saran, buluşturan Ehl-i Beyt kalesi taş taş, duvar duvar yıkılıyor, bir bir parçalanıyor.
Mah-ı Muharrem’in ilk ışıkları daha gün görmemiş taze delikanlıların kanlı cesetleri üzerine doğuyor.
Sabahın ilk saatlerinden itibaren kumlardan alev fışkırıyor, güneş yükseldikçe çölün de bağrı cehenneme dönüyor.
Zaman duruyor Kerbela’da.
Melekler birbiri üzerine üşüşüyor Kainat Kerbela’ya kilitleniyor.
Taze bedenlerine inen her kılıç darbesiyle acıdan kıvranan, kızgın kumlara belenen delikanlılar İmam Hüseyin’e doğru sülünler gibi başlarını uzatarak; “Amca! Amca!” diye feryat ediyorlar.
Her feryattan sonra çığlıklar yükseliyor fırına dönmüş çadırlardan.
Alnı, gözleri, güzelliği gönülleri fetheden cennet reyhanı İmam Hüseyin oradan oraya mekik dokuyor.
Susuzluk dayanılmaz bir hal alınca atını Fırat’ın serin sularına sürüyor.
Bir anda karşısına beş yüz asker birden dikiliyor. Etten ve kemikten bir duvar örüyorlar serin sularla arasına.
Yine de suya kadar ulaşıyor ve nehri avuçluyor, o anda bir ok vınlayarak gelip damağına saplanıyor
O an Güllerin Efendisi’nin öptüğü o gül dudaklardan bir damla kan düşüyor suya.
Avucundaki kanlı suya acılı gözlerle bakıyor ve serin sulara bırakıyor o kanlı suyu.
Bir tutam ateş tutuşuyor o kanlı sudan.
“Cihanın sahibinden bir yudum su kıskanılmış aah!
Fırat ağlar, Murat ağlar, zemin-ü asuman ağlar”
Kimi yerde yukardan aşağıya kıvrılarak, kimi yerlerde nazlı nazlı, kimi yerlerde çığlık çığlığa başını taştan taşa vurarak o bir avuç kanlı suyu alıp götürüyor Fırat.
Bir yudum su içemeden çadırlara dönen İmam Hüseyin, kadınların ve çocukların sıcaktan, susuzluktan, saldırılardan bağırış ve yakarışlarla kelebekler gibi çadırdan çadıra koşuştuklarını görüyor.
Kerbela’nın kızgın ışıklarında parlayan keskin kılıçlarla güller kesiliyor, dallar budanıyor.
Koca İmam bir aralık Kerbela cehenneminde bir başına kaldığını fark ediyor.
Ehl-i Beyt’in daha gün görmemiş bütün taze delikanlıları kanlar içinde yerlerde yatıyor.
En acımasız tipilere direnen nazlı bir dal gibi tek başına koca bir orduya direniyor.
Zalim avcılar tarafından kıstırılmış sürmeli bir ceylanı andırıyor. Güzel gözleri ateş saçıyor.
Korku nedir bilmeyen bu yiğide yaklaşmak yürek işi olsa da gül bedeninde kılıç değmedik yer kalmıyor.
Artık atının üzerinde zor duruyor.
Çadırlardaki kadınlarla da irtibat kesiliyor.
Aylardan Mah-ı Muharrem, günlerden Cuma…
Birden minarelerden Allah Rasulü’nün adı yükselmeye başlıyor.
Güllerin Efendisi’nin sesi minarelere can verirken, evlatları Kerbela’nın kızgın kumlarında bir bir can veriyor.
Uzaklardaki minarelerden saniye saniye bütün bir dünyayı kıyamete dek hüzünden bir şal gibi örtecek olan güzel sesli müezzinlerin sesleri, Kerbela’nın kızgın güneşinin yakıcı ışıkları altında ara sıra yeisle inceliyor, titriyor, bazen tevekkül ve teslimiyetle ağırlaşıyor.
Gelişiyle geceleri bile aydınlatan Güllerin Efendisi’nin evlatları gündüzün ortasında karanlıkta kalıyor.
Ve İmam Hüseyin sırtından giren bir mızrakla atının üzerinden bir dal gibi kızgın kumların üzerine düşüyor.
Bir anda çadırlardaki çocukların, kadınların çığlıkları arşa yükseliyor.
Kanlı yüzü kızgın kumlara batarken dudaklarından şu sözler dökülüyor;
‘Bugün Cuma’dır ve namaz vaktidir. Minarelerde adı anılan, minberlerde salavat getirilen benim dedemdir.’
Kerbela’da şafak söküyor…
Ve Kerbela’da bir damla kan serin sulara düşüyor. Bir tutam ateş düşüyor İslam’ın yüreğine.
O gün bu gündür gözlerimiz Fırat, yüreklerimiz Kerbela…
Asırlar boyunca o kanlı su hep çoğalarak, o ateş hep harlanarak, günümüze kadar geliyor.
O ateş hâlâ yanıyor…
O gözyaşı hâlâ akıyor…
O kan hâlâ damlıyor…