Gurbette Yine Akşam Oluyor
Gurbette yine akşam oluyor…
Kuzey ülkelerinin üzerine kızıl bir tül örtülüyor.
Kuşlar kanat çırparak yuvalarına dönüyor.
Gurbetçiler art arda yollara düşüyor.
Uzun bir günün yorgunluğu ile apartmanın merdivenlerini çıkıyorum…
Koridorda, ara sıra ayaküstü kısa sohbetler ettiğimiz bir Türk’le karşılaşıyorum.
“Birkaç gün sonra biz de Türkiye’ye gidiyoruz” diyor.
“Güzel ülkemize selam söyleyin” diyorum.
Gurbetin garib hisleri akşamın alacasında yüzüme nasıl yansıdı ise o da birden mahzunlaşıyor.
Gayr-i ihtiyari, “siz gitmiyor musunuz?” diyor.
Hasret kokar içlenirsin her şeye
Buruk olur geceleri gurbetin
Şehir yanar sen sönersin tersine
Kara olur geceleri gurbetin
Gurbette yine akşam oluyor.
Kuzey ülkelerinin üzerine akşamın melali çöküyor…
Kuşlara kanat çırparak yuvalarına dönüyor.
Gurbetçiler yollara düşüyor.
Bavullar, arabaların arka ve üst bagajına itina ile yerleştiriliyor.
Çocuklar büyük bir mutlulukla biniyorlar arabalara.
Bu sahne, her yıl bu mevsim tekrarlanıyor. Yazla birlikte okullar tatil olur olmaz sılaya koşuyorlar.
O kadar çok şey biriktiriyorlar ki yüreklerinde…
Bir an evvel doğup büyüdükleri vatan toprağına kavuşmak bütün arzuları.
Onların coşkulu gidişlerini seyretmek büyük bir zevk veriyor insana.
O anda Melike Demirağ gibi “şimdi İstanbul’da olmak vardı” diyorsun.
Ya da Ahmet Kaya gibi “sen nereden bileceksin benim nasıl yandığımı”
Ya da Ozan Arif gibi tutacaksın çocukların elinden, atlayacaksın arabaya, bir zamanlar atalarımızın atlarla bir baştan bir başa geçtiği bütün balkan ülkelerini bir bir geçeceksin, Kapıkule’ye varıp dayanacaksın; çocuklarla bir tepeciğin üzerine oturup göklerde dalgalanan ay yıldızlı bayrağı yasaklı gözlerle gün batımına kadar seyredeceksin. Sonra da çocukların elinden tutup yine bütün Balkan ülkelerini tüketerek gurbetin bağrına döneceksin.
Arif olan anlar bizi…
Üç gardaştık bir zamanlar üç gardaş,
O toprakta, sen zindanda, ben sürgün.
Aklımıza gelir miydi hiç gardaş?
O toprakta, sen zindanda, ben sürgün.
Geçen gün arabamız sık ağaçlı ormanların arasından geçerken yanımda yüreği memleket hasreti ile iyice yanmış bir yiğidin dudaklarından öylesine dökülüyordu sözler…
“Şuraya bakar mısın sanki Beykoz tepeleri, şurası Kavacık’a çıkan yol sanki şu tepe nasıl da Çamlıca’ya benziyor değil mi?
O doğduğu büyüdüğü İstanbul’u sayıklıyor.
Bir bilseniz benim neler düşüyor aklıma neler…
Ta.. Bizim oralar düşüyor aklıma…
Sadece aklıma mı neredeyse her gece rüyalarıma neler düşüyor neler…
Önceki gün gece yine dağlar arasındaki o küçük köydeyim…
Toprak evin balkonundan seyrediyorum köyümüzü. Kaba bir rüzgâr esiyor boğazdan…
Beşiktepe’nin ardından ay doğuyor. Tepeleri aşan yolları, gökyüzünü, bulutları, yıldızları seyrediyorum.
Karşı evin balkonundan komşu yaşlı kadın sesleniyor…
“Harun! Oğlum hoş geldin, nerelerdeydin, çoktandır gelmedin köye, hiç bu kadar ara vermezdin”
Susuyorum, sadece susuyorum…
Ay ışığı, hülyalı tepeleri okşayarak çukurdaki köyümüze doğru yayılıyor. Köyün üzerindeki siyah örtüyü ışıktan eliyle sıyırınca, her şeyi daha rahat seçebiliyorum.
Ay’ın aydınlığında az ilerdeki “Tepe Oda”ya takılıyor gözlerim.
Uzun kış gecelerinde doyumsuz sohbetleriyle tanıdığımız Tepe Oda.
Toprak damı çökmüş, altından anıların iniltisi geliyor.
Bir zamanlar Rahmetli Bekir Ağa’nın cumbadan yarı beline kadar sarkarak. “Oğlum İsmayııııl! Yemek getir, misafir var” dediği, her akşam ışığı yanan odalar, kimsesizliğin karanlığına gömülü duruyorlar.
Ekmeğini paylaşan cömert insanlar da, Tanrı misafirleri de çoktan terk etmiş gitmişler.
Faik Dede’nin evini görüyorum. Artık onun da ışığı yanmıyor. Bir zamanlar, evinden çıkar çıkmaz etrafını sarardık bu yüreği sevgi dolu insanın.
“Boyumuzu uzattırmak” için tek sıra olurduk önünde. Elindeki bastonuyla usulca vururdu arkamıza, sonra diğer elini kordu başımıza “bak bir karış uzadı boyun” derdi.
Sevinirdik. Çocukluk işte…
Saygımız vardı büyüklerimize. Onlar da sevgi duyarlardı küçüklere.
Köyün kuzey uçlarına uzanıyorum.
Yaz kış demeden beş vakit namazını camide kılan İki gözü âmâ Kara Mustafa Dayı elinde bastonla çıkıyor evinden.
Yağmurlu kış gecelerinde bile, çamurlu yollarda oluşan su birikintilerine bata çıka camiye giden bu adam yine köyün mütevazı mabedine doğru gidiyor.
İman ve ibadet neşvesi vardı bu insanlarda. Kışın buz gibi sularda şadırvanda abdest alırlarken, yoldan duyulurdu yüreklerinden taşan şehadet kelimeleri.
Yolun karşısındaki evlerde gezdiriyorum gözlerimi.
Bazı evlerin ışıkları çoktan sönmüş, orasında burasında oluşan yarıklar, yaşlı ve yorgun bir deve gibi ıhdırmış onları.
Bir hayalet gibi duruyorlar.
Yıkık saçaklarda, baykuşlar ötüyor.
Diğer evlerin de onlardan farkı yok.
Dün, ne kadar canlıydı bu sokaklar, gün doğmadan duyulurdu sesler. Koyun, kuzu, insan sesleri bir birine karışırdı.
Ezanla uyanırdı elinin kınası bile kararmamış taze gelinler.
Boyunduruğa koşulmuş öküzlerin çektiği araba tıkırtıları, kağnı sesleri, geceyi en tatlı uykularından uyandırırdı.
Bereketin seherde dağıtıldığına inanırdık.
Mehtabın ışığında gittikçe tamamlanan bir resim gibi her şey belirginleşiyor.
Bir zamanlar yetişkin kızların ellerinde kırmızı testilerle suyunu taşıdıkları Yukarı Çeşme’ye ilişiyor gözlerim.
İşte bak yine geliyorlar…
Sıra sıra geliyorlar.
Başlarında al al yazmaları, üzerlerinde allı, mavili, bindallı elbiseleri…
Bekleşiyorlar, eğleşiyorlar, şakalaşıyorlar…
Koca oluktan akan buz gibi suyun şırıltısında, çeşme başı muhabbeti yapıyorlar.
Sonra yine omuzlarında buz gibi su dolu testilerle sıra sıra evlerinin yolunu tutuyorlar…
Saatin sesiyle sıladan Gurbete dönüyorum…
Gurbette yine akşam oluyor…
Kuşlar kanat çırparak yuvalarına dönüyor.
Bir bilseniz “neler düşüyor aklıma neler…
Ta… Bizim oralar…