HARUN TOKAK

Sıla Bebek…

Gecenin siyah saçlarına kar yağıyor.

Boğaz’ın iki yakasındaki evler, ağaçlar beyazlara bürünmüş, öylece duruyor.

Bir kış operası için beyaz dekorlu bir sahnede yerini almış hanendeler,

şimdi, en güzel anıların birlikte yaşandığı bahar günlerinin ve büyülü yaz akşamlarının hasretiyle;

Boğaz’ın poyrazı eşliğinde, hem söylüyor, hem ağlıyorlar.

Ekranda Çankaya Köşkü’ndeki ödül töreni var.

Bakanlar, komutanlar, üst düzey bürokratlar hepsi protokoldeki yerlerini almışlar.

Şehit yakınları ve gazilerimizle birlikte oturuyorlar.

Sonradan adının Sıla olduğunu öğrendiğimiz, üç, üç buçuk yaşlarında sevimli bir kız çocuğu en önde oturan bakan ve komutanların kucaklarında dolaşıp, duruyor.

Hüzünle gerilmiş sert yüzleri gülücükleriyle, yumuşatıyor.

Fakat salonun asli havasını onun sevimliliği bile yenemiyor.

Kınalı kuzularını asker eylemiş ve bir daha görememiş analar…

Hüzünden bir abide gibi duran polat yürekli babalar…

Yetim yavrularının birini kucağına almış, diğerinin elinde tutmuş gencecik gelinler…

Kimi kolunu, kimi bacağını, kimi gözünü kaybetmiş ama onurlarının yüceliğinde yükselen gaziler…

Hepsi orada.

Şehitlerimizin ruhlarının da orada olduğundan eminim.

Manzara müthişti…

Çankaya, Çanakkale’den, Yemen’den, Sarıkamış’tan dönecek olan yiğitlerini karşılamaya gelenlerin harman yeri gibiydi.

Ah Anadolu! Ne bitmez tükenmez yiğitlerin varmış, senin.

250 bini Çanakkale’den dönememiş, yarım milyondan fazlasına Yemen çölleri açık mezar olmuş, doksan bini Sarıkamış’ta kar kefenlerine bürünmüş yatıyor.

Sibirya’dan, Burma’ya, Japonya’dan Kore’ye kadar şehitlerimizin olmadığı bir yer yok gibi dünyada.

Gidip de gelmeyen milyonlarca vatan evladı bir daha yurdunu yuvasını göremedi.

Köyünün kesik çim kokularını bir daha duyamadı.

"Ben geldim ana!" diyemedi.

Issız çöller, sessiz dağ başları, ağaç altları, bir birine ses veren yamaçlar mezar oldu onlara.

Kendi meçhullüklerinin yüceliğinde öylece yatıyorlar.

Çoklarının ne bir mezarı, ne bir taşı var.

Anadolu’da her eve düşen bir ateş değil, yürekler dolusu yangınlar var.

Dün başımıza bu gaileleri açanlar, bu gün de nice civanlarımızı terör belasına kurban etmektedir.

O gün, şehit yakınları ödül almaya değil de, sanki şehitlerini görmeye gelmiş gibi heyecanlıydılar.

Daha sahneye gelmeden gözyaşı yağmurlarında sırılsıklam olan yüreği yanık analar, polat yürekli babalar kendilerini Cumhurbaşkanı’nın şefkatli kollarına bırakıyordu.

Düz salonda ağır aksak yürüyerek gelen anne ve babalar, platformun önüne gelince sırtlarındaki acı dağlarının altında iki büklüm olduklarından, adımlarını kaldıramıyor, basamakları çıkamıyorlardı.

Cumhurbaşkanı her birinin yanına kadar gidiyor, kollarını sarıyor ve onları teselli ederek sahneye alıyordu.

Sahnede, şehidinin gözleri, gözlerine değince, yüreklerdeki acılar bir volkan gibi patlıyor ve ak saçlı babalar ulu bir çınar gibi yere yıkılıyor, anaların ağıtları sadece Çankaya Köşkü’nü değil, teröre doymayan dağları, bütün bir Anadolu’yu sarsıyordu.

Cumhurbaşkanımız zor anlar yaşıyordu.

Dört bir tarafından alevlerin yükseldiği bir evde, yürek parçalayan çığlıklar karşısında, odadan odaya koşan yüreği merhamet dolu, çaresiz bir babayı andırıyordu.

Aylar, yıllar geçmesine rağmen anaların eşlerin, babaların, bebeklerin yüreğindeki yara hala çok taze, hala kanıyor.

Acı hiç eksilmediği gibi her geçen gün dalgalar gibi kabarmış, bir aileyi, bir köyü, bir ülkeyi yutacak hale gelmiş.

Salonda herkes ağlıyordu.

Bakanlar, komutanlar, bürokratlar sırılsıklam olmuşlardı.

Hep metin olarak gördüğümüz Cemil Çiçek bile kendini salmış, iki de bir gözlüklerinin altından süzülen damlaları siliyordu.

Cumhurbaşkanı kendini zor tutuyordu.

Ağlamaması gerektiğini biliyordu.

Ama o da bir insandı.

Ödülünü almaya gelen saçları ağarmış bir baba, göğsünü yumruklayan hazin rüzgarlara daha fazla dayanamayarak sahnede bir ulu çınar gibi devrildi.

Acılı ananın sesi, karlı ve karanlık geceye düşen bir ağıt gibi çarptı Köşk’ün duvarlarına.

Cumhurbaşkanı eğilmiş yerdeki acılı babayı kaldırmaya çalışıyordu ki genç bir bayan;

"Babamı siz bu hale getirdiniz, teröristleri siz affettiniz!" demez mi?

Gül’ün bittiği andı.

O bayana bakışları görülmeğe değerdi.

Aman Allah’ım! Ne yakıcı bakışlardı onlar.

Ameliyat bıçağının verdiği acıyı babasının yüzünde görüp de; "o, benim babam, niye ona bıçak çalıyorsun" diyen, bir evlada; önünde yatan hastanın sağlığına kavuşması için elinden gelen her şeyi yapan merhametli bir cerrahın sitem dolu bakışı gibi.

Cumhurbaşkanı o âna kadar acılara dayanmaya çalışmış ama o sözler karşısında yıkılmıştı.

Salon bir anda buz kesmişti.

Neyse ki, pembe elbiseleri ve altın sarısı ipek saçlarıyla Minik Sıla çıktı sahneye

Bir şehit kızı olan Sıla, yitiğini arıyordu.

Öyle masum öyle güzeldi ki…

Babası, Uzman Erbaş Bahaddin Erturhan, 2008’in Sonbaharı’nda Aktütün’ de şehit düşmüş.

Önce, emekleyerek bir bakanın bacağına dokundu.

Bakan eğilip küçük Sıla’yı kucağına aldı.

Sıla, oldukça ağırlaşan havaya bir gül esintisi gibi düşüvermişti.

Güzel gözleriyle, kucağında oturduğu bakanın, gözlerinin içine bakarak o tatlı bakışlarıyla; "Babam nerede?" diye, soruyordu.

Bakan, minik kulağına;

"Git bak Cumhurbaşkanı orada ona sor, o bilir babanın nerede olduğunu" demiş olmalı ki, Küçük Sıla, emekleyerek platformun önüne kadar geldi.

Çıkamayacağını anlayınca, ellerini basamaklara dayayıp, altın sarısı saçların süslediği başını kaldırıp, Cumhurbaşkanına güzel gözleri ile bakmaya başladı.

Abdullah Gül, az önce yaşadıklarından dolayı hüzünden yontulmuş bir abide gibi sahnede öylece duruyordu.

Görevlilerden biri şehit kızı Sıla’yı alıp Cumhurbaşkanı’nın yanına götürdü.

Küçük Sıla’nın güzel gözleri ile Cumhurbaşkanı’na öyle tatlı, öyle güzel bakışını görünce, hatırıma şehitlerin serdarı Hazreti Hamza’nın kızı Fatıma düştü.

Medine yakınındaki Veda Tepesin’de, Uhut savaşından dönmekte olan gazileri karşılayanlar arasında Küçük Fatıma da vardır.

Babasını beklemektedir.

Gazilerin arasında Hazreti Ebu Bekir’i görünce koşarak yanına gider ve; "Ebu Bekir Amca! Babam geliyor mu?"diye sorar.

Bir kızgın şiş kalbine girip çıkar, o merhametli insanın.

Dili tutulur, gözleri dolar.

"Kızım! Rasulullah Efendimiz arkadan geliyor, babanı ona sor."der

Biraz sonra Güllerin Efendisi (a.s) atının üzerinde görünür.

Küçük Fatıma; " Ya Rasulallah! Babam nerede?" diye sorar.

Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, küçük Sıla’ya ne dediğini bilmiyorum ama Güllerin Efendisi’nin güllere rengini veren dudaklarından şu sözler dökülür;

"Kızım bundan sonra senin baban ben olayım, olmaz mı?"

Baştan beri bir köşede bekleyen Hazreti Ebu Bekir bu sözler karşısında, göz yaşlarını tutamaz.

Tıpkı törendeki herkesin göz yaşı yağmurlarında ıslandığı gibi.

Islak gözlerle pencereden Boğaz’a doğru bakıyorum.

Uzun hava ağıt gibi yağan kar, gecenin siyah saçlarını ıslatıyor.

"Ne yağıyorsun yağmur

Cadde ıslak sokak ıslak

İstiyorsan gözlerimi ıslatmak

Nafile onlar çoktan ıslak"

Boğaz’ın iki yakasındaki ağaçlar, evler beyazlara bürünmüş, öylece duruyor.

Bir kış operası için beyaz dekorlu bir sahnede yerini almış hanendeler gibi…

Şimdi, en güzel anıların birlikte yaşandığı bahar günlerinin ve büyülü yaz akşamlarının hasretiyle;

Boğaz’ın poyrazı eşliğinde, hem söylüyor, hem ağlıyorlar…

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.