HARUN TOKAK

Güneş ülkesinin yiğitleri…

Uçağımız, şafak aydınlığında yol alıyor.

Uçsuz bucaksız pamuk tarlalarını andıran bulutlar, dolunayın parlak ışığında dinleniyor.

Gökyüzü bir ışık denizi…

Yıldızlar bile imrenerek bakıyor, bu sonsuz güzelliğe.

Sonsuz pamuk tarlalarının bitiminde, güne sancılı kızıl ufuklar tutuşmuş, bir yangın yeri gibi yanıyor.

Aşağıda Aşkabat, bütün zinet ve takılarıyla uykuya dalmış bir dilber gibi gecenin bağrında uyurken, Asya’nın manevi merkezi Merv’e doğru yol alıyoruz.

Çok değil daha on yıl önce ilk gördüğümde vurulmuştum Türkmen Şehirlerine .

Geçmişte, binbir gece masallarınının rüya şehri Bağdat’tı bizim için, artık değil.

Artık doğunun rüya şehri Aşkabat’tır.

Sokaklarında sabahlara kadar ak duvaklı gelinlerin gezindiği bu şehir, öylesine büyülü bir şehir ki o ancak masallardan çıkmış olabilir.

Her akşam, ışıkla beyazın dansını seyretmekten, gecenin gözleri yorgun.

Beyaz mermerlerle örülü binlerce beyaz bina, türbelerine nur inmiş dervişler gibi sabahlara kadar can veriyorlar şehre.

Bir şehir bu kadar kısa bir sürede nasıl bu kadar gelişir, değişir, güzelleşir,?

Pek çok ülkeler, şehirler dolaştım ama nedense bu topraklarda beni kendine başka türlü çeken, aklımı çelen, kalbimi dolduran bir büyü var.

Bilmiyorum, neden ben bu topraklara tutkunum.

Güllerin Efendisi (s.a.v) hicret esnasında Medine kapısına dayandığında; “Bir peygamber şehre girerken sancaksız olmaz” diyerek başındaki beyaz sarığı çıkarıp sancak yapan Büreyde el -Eslemi ve arkadaşı Hakem el-Gıfari’nin, bu toprakları sonsuz bir kandil gibi aydınlatıyor olmasından mı?

Asya’da ışığın parladığı, ruhun kıyama durduğu ilk yer olmasından mı?

Anadolu’ya bilgeliğin bu topraklardan akmasından, Horasan Erleri’nin bu bereketli topraklardan koparak, Anadolu’yu ışık yağmurlarında yıkamış olmasından mı?

Cafer-i Sadık’ın kutlu neslinin ve izinin büyük bilgesi Harakani hazretlerinin ikinci kuşak halifesi Yusuf Hemedani’nin ve onun öğrencisi Ahmet Yesevi’inin bu topraklara can vermesinden mi?

Bursamız’ın gönül mimarı, Yesevi’nin kutlu halifesi Somuncu Baba’nın, İç Anadolu’nun sahibi Hacı Bayram-ı Veli’nin, “Nehir Ötesi” kadim bilgelik ırmağının yönünü Aral’dan Anadolu’ya, Balkanlar’a çevirmesinden mi?

Anadolu’nun can çekişen ciğerlerine bir bahar esintisi gibi dolan rüzgarların Türkmen ve Yesi Tepeleri’nden esmesinden mi?

İslam Akıncılarına Anadolu kapılarını açan Sultan Alpaslan’ın bir Cuma sabahı Malazgirt Ovası’ndaki sesini, hala duymamızdan mı?

“Bilmiyorum, neden ben bu ülkeye vurgunum.”

Duyguların kuşatmasındayım.

Gökyüzü bir ışık denizi.

Dolunayın ışık yağmurlarında yıkanıyor beyaz bulutlar.

Aşağıda mahmur gözlerini oğuşturan köyler, kasabalar, birer ikişer derin uykularından uyanıyor.

Beyaz, gri, kızıl bulutlar, dalga dalga yalıyor uçağın gövdesini.

İniyoruz.

Ve on yıl sonra tekrar, daha Hazreti Ömer döneminde İslam’la tanışmış olan bereketli Horasan topraklarındayız.

Sonraları, soyumuzun boyu olan Oğuzlar’ın gelerek Müslüman oldukları ve de hakim oldukları topraklar.

Önce, bir dönem bir medeniyetin filizlenmesine dayelik eden Sahabi türbelerine, uğruyoruz. Hicrette Medine’ye, fetihte Mekke’ye girerken Güllerin Efendisi (s.a.v)’ne ; en son da Üsame ordusuna sancaktarlık yapan Büreyde el Eslemi’nin başucundayız.

Rasulullah(s.a.v)’ın hayatındaki ilk ve son sancaktarı…

Medine’den koprak dilini ve kültürünü bilmediği bu topraklara gelen ve baharı kışkırtankutlu bahçıvan.

Karanlık çöle düşen ilk ışık…

Yanıbaşındaki türbede ise yine bir başka sahabi, Merv Valisi Hakim el Gıfari…

İki dava arkadaşı yan yana uzanıvermiş uçsuz bucaksız çölde öylece yatıyorlar.

Sonra, Yusuf el Hamadani’nin ve Sultan Sancar’ın türbelerine uğruyoruz.

İmamların güneşi İmam-ı Serahsi’inin köyü ise daha ilerde, İran sınırında.

Alpaslan’ın mezarı ise hala meçhul…

Türkmen -Türk okullarının hazırladığı kitapçıktan, Oğuz Boyları’ndan Müslümanlığı kabul edenlere, diğer soydaşlarından ayırt edilmeleri için Maveraünnehir müslümanlarınca, “Türkmen” adı verildiğini öğreniyoruz.

Oğuzların Müslüman olmaları, bölgedeki dengeleri değiştirmiş.

Selçuk Bey’in torunu Tuğrul Bey,Nişabur’da adına hutbe okutturarak yeni bir müslüman Türk devleti olan Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na giden ilk adımı atmış.

Türkmenler, eski gelenek ve inanışlarıyla da bağdaşan sufizme büyük önem vermişler.

Başta Ahmet Yesevi olmak üzere Yusuf el Hamadani’nin öğrencileri; Nakşi Tarikatının önde gelen isimlerinden Abdülhalık Gücdüvani ve Abdullah Harizmi gibi gönül sultanları Türkmenlerin dini yaşayışı üzerinde derin etkiler bırakmış.

Bağdattaki Nizamiye Mekteplerinde yetişen Yusuf el Hamadani, kendi çağdaşları olan Gazali, Şehristani, ve Ebu Mansur Abbadi gibi kimselerle gönlü coşturan sohbet halkaları oluşturmuş.

Amuderya ve Sriderya Maverünnehir’in çorak topraklarına, onlarda muhtaç gönüllere akmışlar.

Açlıktan ve riyazattan beli bükülmüş olan Yusuf el Hamadani, elinde Selman-ı Farisi’nin asasını, başında sarığını taşırmış.

Sürekli abdestli bulunur , namazını hep cemaatle kılar,konuşurken hiç “ben” kelimesini kullanmazmış.

Halkın tarlasından yürümez, kendi işini kendi yapar, değirmene bile kendisi gidermiş.

Odasında hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir kazandan başka bir şey bulunmayan bu mütevazi insan çizme imalatı ve çiftçilik yaparmış.

Sürekli baş ağrısından inleyen bu muzdarip insan, sekiz bin putperestin Müslüman olmasına vesile olmuş.

Gözü yaşlı, sözü tatlıymış.

İlim ve gönül kervanlarının uğrak yeri olan mekanı “Horasan’ın Ka’besi” olmuş.

Hasılı Orta Asya Türkleri arasında İslamiyet’in yayılması Oğuz Kolu’na mensup bu günkü Türkmenlerle gerçekleşmiş.

Anadolu, Atayurdu’na çok şey borçlu…

Çöl güneşlerini geride bırakarak, Asya baharının taze güllerini görmeye gidiyoruz.

Anadolu Işık Süvarileri’nin gönül aydınlığı öğrencileri, ellerinde güllerle, tuz-ekmeklerle karşılıyor bizi.

“Atayurdunuza hoş geldiniz” sözleri hoş bir esinti gibi yayılıyor.

Güneş ülkesinin insanlarıyla sohbet etme imkanı buluyoruz.

Türkmen bir işadamı olan Murad Bey;

“Beş yıl çağırdılar gelmedim. Metin hoca bırakmadı peşimi. Çocuğumun halindeki güzellik hayran bıraktı beni. Sevgim o kadar arttı ki artık bu öğretmenleri görmesem olmuyor. . Arkadaşlarımızla evlerimizden daha çok bu okullarla ilgilenmeye başladık. Türk öğretmenler ve idareciler yerlerini yeni yetişen Türkmen idareci ve öğretmenlere bırakarak birer ikişer ayrılıyorlar buralardan, bu durum bizi çok üzüyor, Türk öğretmenler buralardan gitmemeli, yemeğin tuzu gibi kaldılar, daha fazla azaltılmamalı. Onlar bize karşılıksız vermeyi öğrettiler,” diyor.

Bir başkaTürkmen işadamı Yalkap Bey; “Oğlum vesilesi ile tanıdım bu öğretmenleri, sadece sözlerinin değil, özlerinin de çok güzel olduğunu keşfettim, arkadaşlıktan öte , kardeş oldum bu öğretmenlerle. Anne babalarına söyleyin , yürekleri sıkılmasın ,biz varız, burada kendi ülkelerinde onlar. Yedi yıl önce tanıdım, onun için kendimi yedi yaşında sayıyorum önceki yaşadığım hayatı saymıyorum. Çocuklarımızla birlikte bizi de yetiştirdiler, insanlık öğrendik biz bu öğretmenlerden…” diyor.

Azarbaycanlı yazar Anar’ın hikayesi geliyor hatırıma.

Bilge bir adam bir gün bir köye uğrar. Köy mezarlığındaki taşlarda bir yıl, üç yıl, beşyıl, sekiz yıl gibi kısacık yaşanmış ömürler yazılı.

Bilge adam;

“Bu köyde insanlar hep böyle küçük yaşlarda mı ölüyorlar.” diye sorar.

Köylüler; “Biz bir insanın yaşadığı yılı değil, mutlu olduğu yılı yazarız” diyorlar.

Türkmen öğrenciler bize mini bir de konser veriyorlar.

Bilirim, gurbette türküler daha bir duygulu dinlenir ama bu kadar güzel, bu kadar duygulu “okunuş” her zaman olan bir şey değildir.

Bir Türkmen kızı enfes Türkçesiyle yorgun yolculara;

“Siyah gözlerine beni de götür” şarkısını okuyor.

Güneş ülkesinin yiğitleri hemen hepsi dinliyorlar.

“Avareyim, asudeyim, yorgunum

Bilmiyorum neden sana vurgunum”

Babasının kucağında sessizce duran sevimli bir bebeğe takılıyor gözlerim. Kucağıma alıyorum. Bir annenin kucağındaki bebeği de İsmail Safi Bey alıyor.

İsimlerini soruyoruz, benim şansıma Büreyde düşüyor, İsmail Beye’de Hakem…

Ne kadar masum ne kadar sessizler.

İkizlermiş.

Baba ve anne öğretmen, Anadolu’dan gelmişler.

Bir başka seviyoruz onları.

Bir zamanlar, Maveraünnehirden yükselerek Anadolu’ yu aydınlatan ışık; tatlı bir kavisle, doğduğu topraklara geri dönmüş.

Anladım, bu topraklar Atayurdum benim,

Anladım, bu topraklarda saklı bütün düşlerim.

Anladım neden vurgunum.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.