Beni Köyümün Yağmurlarında Yıkasınlar
Kimi Dönülmez Akşam’ın Ufkunda kimi, ‘Uzun İnce Bir Yol’u, kimi ‘Gül Pembe’yi söylüyor ama hepsi birbirinden güzel, hepsi Türkçe söylüyor.
Türkçe Olimpiyatlarından söz ediyorum.
İçlerinde Belaruslu sevimli bir kızımız vardı ki onun okuduğu ‘Köyümün Yağmurları’ türküsü beni, on beş yıl öncesi Hazar’ın kıyısındaki bir gurbet akşamına alıp götürdü.
Gecenin karanlığında, buz
kesen rüzgarlara karışan bu türküyü, o gün bu gün hiç ama hiç unutamadım.
"Eğer ölürsem buralarda
vasiyetimdir, beni götürsünler doğduğum topraklara"
Hazar’ın kıyısındaki bir Türkmen şehrinde körpe bir Türkmen delikanlısından dinlediğim bu türküyü, Türk Okulu’nda görev yapan ve belli ki köyünün hasretini çeken bir öğretmenimiz öğretmişti.
Kim bilir hangi mevsim ayrılmıştı köyünden.
Kaç kış geçmişti de ıslanamamıştı köyünün yağmurlarında.
Anasını arayan bir kuzu meleyişi vardı bu seste.
Bana mı öyle gelmişti yoksa bir gurbet gecesinde bulutların coşkunca ağlayışından mıydı bilemiyorum ama sanki yürekleri hasret doluydu öğretmenlerimizin.
Acı çektikleri belliydi ama hiçbir acı boşa çekilmezdi. Kendilerini, sevgiden bir dünya kurma sevdasına adamışlardı bozkırın bu yeni yiğitleri.
Okul müdürü Celaleddin Bey; uzun boylu, esmer güzeli, vakur bir insandı.
Yüzü güven veriyordu.
Bakışları derindi.
Gönlünün gamı gözlerinden dökülüyordu.
Şehir valisi Çağrı Bey ara sıra elinden sıkıca tutuyor ve;
"Bu benim kardeşim, bu bana bir yıl önce kadar kaybettiğim evladımın acılarını unutturdu, yüreğimde yanan korları küllendirdi" diyordu.
Daha sonraları bu büyük ruhlu Celaleddin öğretmen’in, ölümün her köşe bucakta pusu kurduğu Afganistan’a gittiğini öğrendim. Hayatlarını hiçe sayarak, çoluk çocuklarını alıp en tehlikeli mahrumiyet bölgelerinde görev yapan bu polat ruhlu öğretmenler vahşetsiz bir dünya kurmak için gurbetleri vatan edinmişlerdi.
Geçenlerde değerli dostum Şerif Ali Bey, acıları ülkesi Afganistan’dan alıp getirdiği bir mektubu tutuşturdu avucuma.
Mektubu, Türk Lisesi’nde okuyan Afganlı bir kızımız öğretmenlerine yazmış. Müdür beyin odasında olmadığı bir anda da masasına bırakarak izini kaybettirmiş, bilinmek istememiş.
"Uzun zamandır oldu size mektup yazmak istiyordum ama cesaret edemiyordum. Biliyorum benim hakkım yok ama yine içimde saklayamıyorum duygularımı.
Bu okula geldiğimden beri cennete girmiş gibi oldum. Kendimi burada buldum. Rabbim’i, Peygamberimiz’i burada tanıdım, sevdim…
Sevmeyi buradan öğrendim. Burada vicdanımı tanıdım. Her şeyimi burada buldum ve bunların sebebi sizlersiniz.
Bu ihsan-ı ilahiyi ömrümün sonuna kadar unutmayacağım. Bundan dolayı da Rabbim’den her zaman; öğretmenlerimize, okulumuza yardım eden esnaf ağabeylerimize Allah’ın Firdevs Cennet’ini nasip etmesini istiyorum.
Bu sebebten dolayıdır ki okulumu, arkadaşlarımı, öğretmenlerimi canımdan daha çok seviyorum.
Okulumu, okulumun her zerresini o kadar seviyorum ki hatta sabahları geldiğimde; ‘Cennettir’ diye düşünüp, ayağımı yere basmaktan utanıyorum. Buralara ayakkabılarımla nasıl basayım ki, utanmasam hep ayakkabısız gezerdim.
Ayakkabılarımı çıkarırdım buraya gelince.
Hatta dua, hep dua ediyorum, ben ölürsem okulumun bahçesine gömülmek istiyorum. Okulumun toprağı altında gömülü olayım ki, insanlar okulun toprağına değil benim yüzüme bassınlar.
Aman Allah’ım!
Sizlerin hakkını nasıl öderim bilemiyorum. Okulum, öğretmenlerim ve bu okullara yardım edenler aklıma gelince kendimi tutamıyorum, göz yaşlarıma engel olamıyorum.
Allahım! Onlara her şeyi ver, cennetin hepsi onların olsun, ne diyeceğimi şaşırıyorum. Vallahi eğer Peygamber Efendimiz’i görmek için olmasaydı okulumda iken cennete bile gitmek istemiyorum.
Eğer cennet ile okulum karşıma konulsa okulumu seçerim, benim cennet’im burası.
Gerçeği söylemeliyim, ben annemi ve babamı bile sizin için seviyorum, çünkü onları sevmeyi de burada öğrendim.
Ben her şeyimden geçmişim öğretmenlerimi, annem ve babamdan daha çok seviyorum. Ben böyle bir anne şefkati görmemişim.
Rabbim bana bunca nimetleri verip benden çok zor bir imtihan alıyor. Ben ömrümün sonuna kadar bu nimetlerin şükrünü yapamam. Önce Rabbim’i sevmeyi öğrendim, sonra vatanımı, Afganistan’ımı, insanları, Rabbim’in bütün yarattıklarını seviyorum. Artık daha dünyadayken cennette yaşıyorum.
Bunları sizlerin vesilenizle elde ettim. Allah’ım! Bize hayatın manasını öğretmek için vesile kıldığın öğretmenlerime sonsuz merhamet et; hocalarım cennete girmeden cenneti verme bana, hocalarım Peygamber’imle görüşmeden bana da gösterme, onlar kevserden içmeden bana da içirme, eğer bir hataları varsa bile onların yerine beni yak.
Onlara cehennem yüzü gösterme.
Eğer yazımda yanlış ifadeler kullandımsa beni affedin hocalarım. Lütfen benim kim olduğumu araştırmayın; beni bulmaya çalışmayın, benim kim olduğum önemli değil, ben bu büyük ailenin bir çocuğuyum."
Gurbet illerde birçok genç öğretmenlerimiz acı çekiyorlar, gurbetin kızıl ufuklarına bakarak ihtiyarlıyorlar ama işte Afganlı kızımızın yazdığı bu duygu dolu mektup, on beş günden beri gönlümüz ve gözlerimiz dola dola izlediklerimiz gösteriyor ki boşa gitmiyor çekilen acılar.
Evet acılar bir cepheden değil her yönden geliyor ama cevapları da öyle.
Ama hiç umutsuz olmadık çünkü Celaleddin öğretmenler vardı.
Bu büyük ruhlu yiğitler köylerinin yağmurlarında bir daha yıkanamasalar da; kimi Adem Tatlı gibi uçsuz bucaksız bir bozkırın ortasında, kimi Erkan Çağıl gibi kızgın çöllerin bağrında kalsalar da, boşuna değildi bu çekilen acılar.
Sevgiden bir dünya kuruyorlardı.
En çetin kışlarda sımsıcak bir baharı hep içlerinde sakladılar.
Onlar gözyaşlarını içlerine akıttılar; en çetin kışların baharın habercisi olduğunu bilerek.
Dünyada olup biten vahşet dolu olaylara; daha birkaç gün önce sırf insani yardım için yola çıkan Mavi Marmara gemisindeki masum insanları bile hunharca öldürebilen zihniyete bakıyorum da, vahşetsiz dünyayı, bağırlarında hazansız baharlar gibi sevgi taşıyan bu adanmış ruhlar ve onların öğrencileri kuracaklardır.
Vahşete öncelikle, fırınlarda yakılmak da dahil her türlü işkenceyi tadmış olan bir milletin karşı çıkması gerekmez mi?
1988’in 2 Şubat’ında bütün dünya televizyonlarından dört İsrail askerinin, elleri bağlı iki Filistinli genci aralarına alarak, 45 dakika boyunca kol ve başlarını hunharca kırışlarını dünya dehşet içinde izlediğinde, dünyanın ayağa kalkışına bakarak artık bu son olur diye düşünmüştük. Ne yazık ki, ardı arkası gelmeyen acılara hep yenisi eklendi durdu.
Hepimiz ne çok duymuşuzdur o korkunç hikayeleri, neredeyse ikinci hayatımız olmuşlardır: "Filistin okullarındaki Filistinli bir öğrenci Yahudi bir öğretmen tarafından kafası tahtaya vurula vurula öldürüldü, sonra da okul Yahudi aleyhtarlığından kapatıldı…"
"Doktor, ölmek üzere olan Nadir Mahmut’un üzerinden ızdırapla doğruldu; zehir vermişler…."
"Hastanelerden Filistinli yaralıları kaçırıp kol ve bacaklarını kırdılar…"
"İsrail askerleri, ameliyat odalarının önünde nöbet tutarak doktorların cerrahi müdahale yapmalarına engel oldular, yaralılar bağıra bağıra öldüler…"
Gözlerini dünyaya açtıkları günden beri acı ve kandan başka bir şey görmeyen bu çocuklar sevgiyle ne zaman nerede tanışacaklar?
Geleceklerini neyin üzerine kuracaklar?
İşte bu yıl ki Türkçe Olimpiyatları’nda Belarus’lu sevimli kızımızın söylediği "Köyümün Yağmurları" on beş yıl önceki Hazar akşamlarına yeniden alıp götürdü beni.
Belarus’lu çocukla, Filistinli, İsrailli çocuğu el ele hayal ettim, değil mi ki türküler kalpten kalbe yoldur .
Değil mi ki çocuklar günahsızdır.
İçinde vahşet barındırmayan bir dünyanın sevgi bestesini duydum, köyümün yağmurlarında cıvıldayan çocuk seslerinde.