‘Ben böyle olacak adam mıydım?’
Gün doğdu doğmak üzere…
Bu saatlerde, Ak Deniz’in ipeksi sularında binlerce kızıl kımıltılar oynaşıyor.
Tatlı bir aydınlık sarıyor çevremizi.
Belek’teki otel odasının penceresinden gittikçe bir yangın yerine dönen ufka dalıyor gözlerim.
Güneş, kızıl saçlarından su damlayan bir dilber gibi çıkarıyor başını Ak Deniz’in mavi sularından.
Acı tatlı hatıralar, hiç unutulmayan en güzel rüyalar gibi ruhumun ufkundan yeniden doğarken ben, hayalimin rüzgâr kokulu atıyla, ufuklarda uzayıp giden yollarda kaybolup gidiyorum.
Antalya denizden, dağdan, tarihten, kâm almasını bilen bir şehirdir ama şehirler biraz da içinde yaşayan insanlarla güzeldir.
Hele bir de o şehir sizin kadim dostlarınızı; birlikte koştuğunuz, birlikte güldüğünüz, birlikte ağladığınız insanları barındırıyorsa…
Artık o şehri hep o insanlarla hatırlarsınız.
Üniversite sonrası ilk görev yerim olan bu şehre, 1979 senesinin son günlerinde gelmiştim.
Soğuk bir aralık ayının ortalarıydı.
Kış kendini her yerde hissettiriyordu
Burdur yakınlarına geldiğimizde kar da bastırmaya başlamıştı. Karların üzerinde kıldığımız namazlar, hala hafızamda tatlı bir esinti gibi gezinir.
Kızım Sümeyra iki yaşındaydı, oğlum Hakan Hubeyb’inse henüz kırkı çıkmamıştı.
Lapa lapa yağan karlar, rüzgârın hatır gönül bilmeyen sert silleleri altında hangi yana gideceğini bilmeyen bozguna uğramış ordular gibi savruluyor, kış, her vadide, her tepede zaferini ilan etmekten geri durmuyordu.
Göz gözü görmüyordu.
Birden, yol kenarında, yağan karların arasında paltosunun içinde büzülmüş bir adam belirdi.
Karşı köyde alacağı varmış, onu tahsile giderken, karlar kesmiş yolunu. Vefalı insan Ramazan Ağabeyin “Be adam! Baharın gelmesini, çiçeklerin açmasını bekleyemedin mi” deyişini hala hatırlıyorum.
Soğuğun sert sillelerinden birazcık kurtulan adamın Ramazan Ağabeyin söz silleleri altında büzülüşü hala gözümün önünde.
Gençliğimin sabahına doğan bu şehirden ayrılalı tam yirmi yıl oldu.
Eski dostların kimisi aramızdan ayrılmış, kimisi iyice yaşlanmış, kimisi de sağlığını iyiden iyiye kaybetmiş…
Her biri hüzzam türküler gibi…
Demir Perde yıkılınca , yaşlı annesini, hanımını ve çocuklarını alarak, Kafkasların soğuklarına sevdalanan Osman Bey kardeşimi aradım.
Hastanede annesinin yanındaymış.
Bir vefa abidesi öğretmen Cevdet Bey kardeşimizle hastaneye gittik.
Osman Bey’in annesi Fatma Teyze en yaşlı muhacirlerdendi.
Oğlu Osman Bey’le birlikte, Kafkasların yolunu tutanlardandı.
Ömrü Antalya’nın tarihi Kaleiçi mevkiindeki mütevazi evlerinde geçmiş bu kadın, bütün konu komşuyu, nice hatıraları bırakarak, savaş bölgelerine, Kafkasların soğuklarına doğru evladının peşi sıra gitmişti.
Şimdi bir hastane odasında yatıyor.
Yanına girdiğimizde refakatçisi yemeğini yediriyordu. Kollarını kaldıracak dermanı yoktu. Osman Bey, gelenleri pek tanımadığını söyledi.
Bizi görünce gülümsedi, tanıdım anlamında başını salladı.
Tatlı bir hüzün gezindi güzel yüzünde.
Yatağa mahkum yatıyordu.
” Sen en yaşlı muhacirsin, Kafkaslara yaptığın yolculukları hatırlıyor musun?” dedim.
Hatırlayamadı…
Osman Bey, göz pınarlarında irileşen yaşları annesinin görmemesi için dışarı attı kendisini. Kafkaslarda koşturan kahraman kadın kıpırtısız yatıyordu.
Helallik dileyerek yanından ayrıldığımızda Gün de Toros Dağları’nın ardına çoktan sarkmıştı.
Şimdililerde hastalıkları ile boğuşan bir başka kahramanımızın evinin yolunu tuttuk.
Öğrencilerine sevdalı bu değerli hocaızın da adı Osman’dı.
Osman Demirkıran…
Acı tatlı nice hatıraları birlikte yaşadığımız bu gür sesli vefakar hocamızın şimdi evinin içinde bile yürümekte zorlandığını söylediklerinde çok duygulanmıştık.
Beş katlı bir apartmanın en üst katına vardığımızda nefes nefeseydik.
Bu merdivenleri nasıl inip çıkıyor derken kapıda dikilmiş bizi bekliyordu.
Bir elini kapının sövesine dayamış, eski feri kalmamış kartal bakışlarıyla bize bakıyordu.
Bizi karşısında görünce heyecanlandı. Boynuma sarıldı, sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.
Koridordan odaya doğru yürürken baktım adımları ağırdı.
Zor yürüyordu.
Bir yerlere tutunmadan yürümekte zorlanıyordu.
Oldukça riskli bir ameliyat geçirmiş, günlerce hastanede yatağa mahkum sırt üstü yatmak zorunda kalmış. O günlerdeki kıpırtısızlıkla, kemik erimesi ve mafsallarda kireçlenmeler başlamış
Odadaki yeri belliydi.
Bir kanepenin üzerinde serili çarşaf ve başucuna konulmuş yastık artık onun günlerini evde geçirdiğini söylüyordu.
Kanepeye oturdu.
Ayaklarını, önünde duran sehpanın üzerine uzattı. “Böyle koymazsam rahat edemiyorum” dedi.
Her sabah elinde çantasıyla okuluna giden bu insan şimdi odasından dışarı birinin yardımı ile ancak çıkabiliyordu.
Bir aralık ayağa kalktı ve kapıya doğru yürüdü. Biz “otur nereye gidiyorsun” falan demeye kalmadan koridorda kayboldu.
Az sonra elinde bir çerçeve ile döndü yanımıza. Çerçeveyi tutan elleri titriyordu.
Sehpanın üzerine koydu ve bize doğru döndürdü.
Bir resim.
Üniversiteden ilk mezun olduğu günler…Simsiyah saçlar, aydınlık bir yüzde kalem gibi duran kömür karası kaşlar, umut dolu ışıltılı gözler…
Öylece mütebessim bize bakıyor…
“İşte ilk göreve başladığım günler, ya şimdi?..”dedi.
Dokunsan ağlayacak.
İki de bir gözleri doluyor. Gözlerine sığmayan yaşlar yanaklarına süzülüyordu.
Kumluca -Gödene, Güzle, Tekirova kamplarında talebelerin iaşe işleri ondan sorulurdu. Babasının hali vakti yerindeydi.
Arabası vardı.
Akşama kadar bağları bahçeleri dolaşır öğrencilere erzak toplardı.
Bir çocuk kadar temiz ve berraktı..
Arabanın bagajı dolu dönünce çocuklar gibi mutlu olur, “bu günde talebelerin iaşesi tamam” diye sevinirdi.
Yaz geldiğinde, talebelerini köylerinde ziyaret eder, babalarından izin alır onları yaz kamplarına getirirdi.
Talebeleri de onu çok severdi.
Bazen bir talebe için Torosları aşan bu insan şimdi evinin eşiğini aşamıyordu.
Geçmişte yaptığı güzel şeyler onu oyalıyor, onları hatırladıkça heyecanlanıyordu
Ben, ” Hatırlıyor musun bir gün Toroslar’ın tepesindeki bir öğrencinin köyüne giderken arabamızın motoru su kaynatmıştı da, ne zorluklar yaşamıştık, dağın zirvelerine doğru tırmanırken” deyince, birden duygulandı.
Bir başka yerdeki dostlarımızı bekletmemek için izin aldığımızda Antalya’da gün, çoktan geceye dökülmüştü. Bizi uğurlamak için ayağa kalktığında;
“Bir zamanlar beni Toroslar’dan aşıran bu ayaklar artık beni taşımıyor.” dedi.
Evin merdivenlerinden inerken, o kapıda durmuş hala mırıldanıyordu;
“Ben böyle olacak adam mıydım?”