Ağustos’ta Oruç
Yine böyle güzel bir gün, yine bir Ramazan, yine böyle sıcak bir Ağustos…
Medine bir ateş yurdu…
Sadece hurmaları değil, insanları da pişiren sıcaklardan her bir canlı kendini kuytulara, gölgelere atmış, ortalıklarda hiçbir canlı yok.
1947 Ramazanı…
Bakkal Abdülhadi Efendi her zamanki gibi kapının önünde asılı duran zincirin halkasına tutunmuş öylece beklemektedir.
İftar için dükkanın duvarında asılı duran tulumun içindeki suyun ikide bir duyulan ‘şıp şıp’ sesi bozmaktadır sessizliği.
Çölde kumlar bile sıcaktan bunalarak haşeratlar gibi dillerini çıkarmış su dilenmektedir.
Birkaç günde yemyeşil hurmaları bile hemen olgunlaştıran Sam rüzgarlarının Ağustos alevlerini iyiden iyiye harlandırdığı o gün, anası Ali Ulvi Bey’e seslenir;
"Oğlum evde pirinç kalmadı, biraz pirinç al gel, iftara pilav yapacağım"
Halbuki az önce Harem-i Şerife öğle namazına giderken anasına, "Gerekli bir şey var mı? Ben namaza gidiyorum gelirken getireyim" demişti de, anası;
"Hayır oğlum hayır! Salimen git, salimen gel, Allah namazlarını, dualarını kabul etsin" diye güzelce uğurlamış, her hangi bir eksik noksandan söz etmemişti.
Tam şimdi sıcaktan bunaldığı için duşunu almış istirahat edecekti ki anası pirinç istemişti.
Ali Ulvi Bey bir başına fırını andıran Medine sokaklarından bakkal Abdulhadi Efendi’nin dükkanına doğru hem yürüyor hem de "Be valideciğim az önce sana sordum gereken bir şey var mı?" diye, ‘yok’ dedin" diye de söyleniyordu.
Anadolu’nun o zarif delikanlısı yolda söylenerek gitse de anasına bir şey demeye edebi asla müsaade etmez.
O ana ki: "Yahu kendi ülkemde evlatlarıma dinimi öğretemiyorum, pınarın başında susuz kalacaklar"diyen kocası İbrahim Efendi’nin peşi sıra Konya’dan koparak, Peygamberimiz(s.a.v)’in komşuluğuna sığınmış soylu bir kadındır.
Bir eliyle dükkanın önündeki zincirin halkasına tutunmuş öylece duran Abdülhadi Efendi’nin dudakları duadadır.
O sıcakta Ali Ulvi Bey’i karşısında görünce şaşırır: "Oturmaz mısın evlat?" diyerek yer gösterdikten sonra;
"Evlat! İster misin Allah sana da cennette bir bahçe diksin,"
"Hayırdır inşallah Abdülhadi Amca."
"Bir kudsi hadiste Peygamberimiz (s.a.v) bize şunu müjdelemektedir;
‘Bir defa, Sübhanallahi velhamdülillahi ve la ilahe illlallahu vallahu ekber, diyen kulumun, cemalimi göreceği gün, bir de bahçesi olacaktır’
Gerçi sen bilirsin ama ben hatırlatmak istedim. Hele şu Ramazan gününde yapılan dua ve tesbihlerin daha bir tesiri oluyor, gerçi sen hafızsın tabii Kur’an okursun, duaların da vardır. Ama onları bitirince bu tesbihe devam etsen iyi olur, bu tesbih çok faydalıdır. Bir de Efendimiz’e (s.a.v) salavatı unutma."der.
Bir aralık sohbet sırasında Ali Ulvi Bey’in dudaklarından gayr-i iradi; "Bu gün biraz sıcak kuvvetli" sözleri dökülüverir.
Bir Hak dostu olan Abdulhadi Efendi Peygamber köyünde şekva edilmeyeceğini bilen tecrübeli bir insandır.
Daha yirmi beşindeki Anadolu’nun saf ve temiz evladı Ali Ulvi Bey’se Peygamber(s.a.v)’in taze komşuluğundadır.
Evladım;
"Sıcak diye oruç mu yiyeceğiz, haşa ölürüz de oruç yemeyiz, ölürüz de yemeyiz, ölüm vuslatın kapısıdır, Mü’minin sefası ölümden sonra başlar."
Medine’nin köylülerinden olan Abdulhadi Efendi tam bir gönül insanıdır.
Cömert bir insandır.
İftarda ekmeğin arasına tahin helvası sararak fakirlerin gönlünü almaya çalışır.
Her akşam dükkanın önüne üşüşen bu fakirlerin hiçbir şeylerinin olmadığı her hallerinden bellidir.
Ali Ulvi Bey;
"Abdülhadi Amca senin bu gariplere yaptıkların beni çok sevindiriyor, senin bu halin bana Efendimiz’in (s.a.v) ibret dolu bir fedakarlık sahnesini hatırlatıyor" diyerek başlar anlatmaya;
"Bir iftar öncesi Hazreti Aişe Annemiz yemeğini hazırlamış Güllerin Efendisi’ni beklemektedir.
Dışarıdan bir garibin sesi duyulur;
"Ey peygamber hanesi! Ben garip bir insanım, yolcuyum, açım, muhtacım, yiyecek bir şeyiniz var mı?"
Bu garibin sesini duyunca Aişe Annemiz, Güllerin Efendisi için hazırladığı mütevazi iftar sofrasını kapıdan o garibe verir.
Biraz sonra Güllerin Efendisi geldiğinde;
"Ya Aişe! Bana ikram edecek bir şeyin var mı" diye buyurduklarında;
"Az önce bir garip geldi ona verdim, Ya Rasulullah!"der, Aişe Annemiz.
"Çok iyi ettin, ben de senden bunu beklerdim, ne iyi ettin."
Birlikte hurma ve su ile açarlar oruçlarını. Sonra da Güllerin Efendisi yine mescidinin yolunu tutar.
Ertesi akşamki iftar sofrası da başka bir garibe gider.
Üçüncü günde aynı sahne tekrarlanır.
Yetmiş iki saat sonra oruç yine birkaç hurma ve su ile açılır.
Dördüncü günü iftar vakti Hazreti Osman çıkagelir.
Güllerin Efendisi’ni iftar vakti evinde göremeyince Aişe Annemiz’e niçin evde olmadığını sorar.
Aişe Annemiz de olanları bir bir anlatır.
O çifte nur sahibi cömert insan öyle ağlar öyle ağlar ki…
"Ya Rasulallah! Malım canım sana feda olsun, kurbanın olayım… Evim şuracıkta, bir günden bir güne; ‘Osman bize bir şey gönder, bizim evde bir şey yok’ demedin, akşama kadar memleketin, ümmetin işi senin üzerinde, devlet reisi sen, hükümet reisi sen, kumandan sen, her şeyi yapan sen, beş vaktin imamı sen, hatibi sen, sonra da birkaç hurma ve suyla üç gündür oruç tutuyorsun ve hiçbir şey istemiyorsun, benim evimde bunca nimet olsun da sen benden bir şey isteme…" diyerek ağlar.
Gözleri yaşlı evinin yolunu tutar.
Evinde olanlardan ne var ne yoksa yüklenir gelir. Getirdiklerini, Hazreti Aişe Annemiz’in küçük kerpiç odasının bir köşesine bırakır.
Bir şeyler daha getirmek için çıktığında Güllerin Efendisi teşrif ederler.
"Aişe bana ikram edeceğin bir şey var mı?
"Buyurun Ya Rasulallah! Bakınız ne nimetlerimiz var."
Güllerin Efendisi olanları sevinçle karşılar ve bir şeyler yedikten sonra tekrar mescidinin yolunu tutar.
Biraz sonra da Hazreti Osman sırtında bir un çuvalı ve elinde eşyalarla gelir.
Hazreti Aişe Annemiz;
"Osman az önce olanlardan dolayı sana gıpta ettim."
"Ne oldu ey anacığım?"
"Sen gidince Peygamberimiz geldiler, getirdiklerini görünce; ‘kim getirdi?’ diye sordular, senin getirdiği öğrenince de kıbleye karşı dönerek;
‘Allah’ım! Ben Osman’dan razıyım sen de razı ol, ben Osman’ı seviyorum sen de sev, Osman’ın serveti bize çok yararlı oldu Allah’ım! Osman’ın serveti İslam’a çok yararlı oldu Allah’ım!’ diye dua ettiler."
Bunları duyan Hazreti Osman, anacığım;
"Razıyım, dedi mi?"
"Vallahi dedi."
Hazreti Osman bu defa da sevincinden ağlar"
1947 Ramazanı’dır.
Medine ateş yurdudur
Sam yeli sadece hurmaları değil, insanları da pişirmektedir.
İftarda içilmek için dükkanın duvarına asılı duran içi su dolu tulumundan damlayan damlalar, bir de Abdulhadi Efendi’nin ipek sesi bozmaktadır sessizliği;
"Evlat! İster misin Allah sana da cennette bir bahçe diksin,"
Ali Ulvi Bey elinde pirinç evine dönerken Abdulhadi Efendi’den sadece pirinç almaya gelmediğinin farkındadır.
Ağustos sıcaklarında yanan susuz dudaklarında hep o cümle;
"Ağustos sıcak ama din daha kuvvetli"