HARUN TOKAK

Harun !… Allah’tan Kork

Bağdat…

Harun Reşit döneminin ihtişamlı şehri…

Bin bir gece masallarının büyülü Bağdat’ı…

Dicle kenarında şairlerin şiirler söylediği, sarayın büyülü bahçelerinde nedimelerin musiki icra ettiği, nakkaşların çekiç seslerinin semalara yükseldiği ışıltılı şehir…

İhtişamı, masallar söyletmiş şehir…

Değişik dinlerden, ırklardan ve renklerden insanların birlikte yaşadığı barış şehri…

Kaşanelerinin önündeki mermer çeşmelerin lülelerinden, hurma ve bal şerbetlerinin aktığı cömert şehir.

Yüz binlerce ilim adamının, Hadis, Tefsir, Fıkıh gibi ilimlerle meşgul olduğu ilim merkezi…

Eşsiz ve nadide el yazma kitaplarla dolu ilim hazinesi kütüphaneleri barındıran kültür kenti…

Harun Reşit bu ışıltılı şehrin sultanıydı… Abbasiler en parlak dönemini yaşıyordu…

Âlimler, sanatkârlar, cariyeler, köleler Bağdat’a akıyordu.

O dönemin büyük hadis âlimi Abdullah b. Mübarek de Bağdat’a gelenlerdendi. Onun geldiği haberi duyulunca halk, karşılamaya koştu.

Harun Reşid’in bir cariyesi bu manzarayı görünce sebebini sordu, oradakiler:

“Horasan’dan Abdullah b. Mübarek diye bir âlim geldi. Halk onu karşılıyor.” dediler.

Bunun üzerine o câriye:

“Sultanlık işte budur, Harun’un sultanlığı değil. Çünkü Harun’un sultanlığında zaptiye olmadan işçiler bile bir araya toplanmıyor” dedi.

Asıl sultanlığın, gönüllerde olması gerektiğini söylüyordu.

Harun Reşit, cariyenin bu sözünü duydu mu bilemiyoruz ama bir hac mevsiminde debdebeden uzak, maneviyatına gömülmüş mütevazı Mekke’ye geldi.

Ka’be’den yükselen bulutlar sonsuzluğa çırpıyordu kanatlarını…

Ka’be’nin kara kollarına bıraktı kendini.

Yüreğine akıyordu gözyaşları.

Harun Reşit nasihate açık bir sultandı. Nasihate ihtiyacını da biliyordu.

Yakın dostu Fazl b. Rebi’ye; “Fazl, bana bir adam bul ki bana iyi bir nasihat etsin” dedi.

Sonrasını Fazl anlatıyor:

“Onu gündüzleri oruç, geceleri kıyamla geçiren büyük bir Hak dostunun yanına götürdüm.

Fakirlik ve yoksulluk içinde yaşayan birisiydi.

Harun Reşit’le oraya vardığımızda evinde ibadetle meşguldü. Halife, kendisinden nasihat istedi.

Uzun uzun nasihat etti.

Ayrılırken Harun Reşit, ‘Bir ihtiyacın var mı?’ dedi.

‘Olabilir.’

Bana, ‘Bunun ihtiyacını gör’ dedi.

Bir kese altın verdim.

‘Arkadaşın beni doyurmadı, tatmin etmedi’ dedi.

Bir başkasına gittik.

Harun Reşit ‘Bu da önceki gibi’ dedi.

‘Beni hakikat eri birine götür de iyi bir nasihat etsin; çok ihtiyacım var’ dedi.

Peri masallarına denk bir yaşamın hüküm sürdüğü Bağdat’ın Sultanı, kapı kapı dolaşıyordu.

Aklıma Fudayl b. Iyaz geldi.

Yolda giderken halifeye onun hikâyesini anlattım.

Ömrü kervan soymakla geçmişti Fudayl’ın.

Bir gün bir tepenin arkasına saklanmış uzaktan gelen kervanı gözetlerken bir ses duymuş, ‘Fudayl! Şu anda seni de gözetleyen biri var.’

Ateşten bir gömlek sarmış bedenini.

Günah yollarında doludizgin koşan Fudayl, bir anda iki ayağı birden kopmuş gibi yıkılmış.

Yüreğinden yediği okla kıvrılmış, büzülmüş bedeni. Ellerinin arasına gömmüş başını.

O gün duyduğu sese kulak vermiş ve soyduğu bütün kervancıların hakkını ödeyip kendini Hakk’a vermiş.

Fudayl’ın evine de gelmiştik.

Kapıyı vurduk. Bekledik… İçerden ses gelmiyordu.

‘Yanımda devrin halifesi var, kapıyı aç’ dedim.

‘Benim devrin halifesi ile ne işim var !’ diye seslendi.

Allah’ın adını araya koyunca açtı ve karanlıkta bir köşeye çekildi.

Harun Reşid’in yumuşacık elleri, Fudayl’ın nasırlı ayaklarına dokunduğunda;

‘Bu eller ne güzel keşke cehennemde yanmasa’ dedi.

İlk nasihatine başlamıştı:

‘Harun! Sana nasihat edilmez, sen nasihat edilecek adam değilsin. Sen halife olurken kime sordun? Ömer bin Abdülaziz halife olduğu zaman arkadaşlarını çağırdı. Hz. Ömer’in torunu Salim bin Abdullah’ı, Tabiinin büyüklerinden Muhammed bin Ka’b’ı çağırdı ve; ‘Ben, ciddi bir yük altına girdim. Allah, neden bununla beni imtihan etti, bilmiyorum. Allah aşkına bana yardımcı olun; beni yalnız bırakmayın’ dedi.

Muhammed bin Ka’b;

‘Mü’minlerin küçüklerini evladın, emsalini kardeşin, büyüklerini baban bil; hürmet saygı ve şefkatten bir an olsun ayrılma.’ dedi

Reca bin Hayve;

Ya Ömer! Halifesin. Nefsin için istediğini, başkaları için istemezsen gerçek mü’min olamazsın ” dedi.

Salim bin Abdullah:

‘Ömer! Öyle bir oruç tut ki iftarın ölümün olsun, dosdoğru yolda olmak istiyorsan, nefsanî isteklerini terk et.”dedi.

‘Harun! Sen kime sordun, kime danıştın. Deden Hz. Abbas, Peygamberimiz (S.A.V)’den valilik istedi;

Ben isteyene değil, dolu dizgin kaçana veririm’ buyurdular.

Harun! Allah’tan kork, sen ise dolu dizgin koştun hilafete’

Harun Reşit, çatlayacak hale gelmişti; ağlıyor, Fudayl’ın ayaklarına kapanıyordu. Arada bir de ‘devam et’ diyordu.

‘Yeter, halifeyi öldüreceksin’ dediğimde, onu, asıl siz öldürüyorsunuz, pohpohluyorsunuz, dünyaya davet ediyorsunuz, ben ise onu diriltiyorum.” diye çıkıştı bana.

Ayrılma vakti geldiğinde Harun Reşit, ona da ‘Bir şeye ihtiyacın var mı?’ dedi.

‘Var. Çok şeye ihtiyacım var. Borçluyum ama Rabbime olan borcum her şeyi unutturdu. O’na öyle medyunum ki…’

‘Sana bir kese altın vereyim borçlarını öde.’

‘Fesubhanallah! Ben, seni ahirete çağırıyorum, sen beni dünyaya. Bu ne utanmazlık!’

Dışarı çıkınca yan odadan bir kadın sesi duyuldu.

‘Ne olur Allah aşkına! Bir şey alsaydın; iki günden beri boğazımızdan hiç bir şey geçmedi. Günlerden beri açız. Zaten ölmeyecek kadar yiyip içiyoruz.’

‘Biliyorum açsınız fakat nasihat ettiğim bir devrede beni bir sığır gibi boğazlatmak mı istiyorsun?’

Harun Reşit;

“Arkadaşın beni doyurdu. Beni hep böyle hakikat erlerine getir.”dedi.

HHH

Bu Ramazanda da iftar topları yerine savaş topları patlıyor Bin Bir Gece masallarının Bağdat’ında.

Acılarla sarsılıyor, kıvranıyor Harun Reşit’in ihtişamlı şehri.

Açlık almış kollarına, sıkıyor insanları.

Bir zamanlar mermer çeşmelerinden bal şerbetleri akan Bağdat’ın sokaklarından kanlar akıyor.

Kanıyla Kur’an yazdıran Kral Saddam’ın Fudayl b. Iyaz gibi bir nasihatçisi olmadığı gibi doğruyu söyleyecek bir dostu da yoktu.

Ve baha biçilmez değerdeki ilim hazinesi kütüphaneler yok edildi. Bir medeniyetin külleri savruldu Körfez’in karanlık sularına.

Kıyısında şairlerin şiirler okuduğu Dicle’nin sularına karıştı mor mürekkepler.

Hülagu zamanındaki gibi…

Zaman değişti, zulüm değişmedi.

Hüznü bir şal gibi bürünerek, dertlerine gömülmüş ağlıyor Bağdat.

Biz ırak olsak da, Bağdat, bize ırak değil.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.