Bir Ruya Gece
Güzel bir bahar akşamı… Çamlıca’nın eteklerindeki mekâna birer ikişer geliyor konuklar.
Rüya gibi bir gece yaşayacağımızı hissediyor yüreğim.
Böyle bir rüyayı göreceğim sanki içime doğmuştu da daha birkaç hafta önce “o günler güzel günlerdi” diyerek bir yazı bile yazmıştım.
Harbiye’deki Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndaki güzel günleri andığım yazıda, bir zamanlar her kesimden insanın uğradığı o mütevazı mekân doyumsuz sohbetlere sahne olurdu demiştim.
Ülkemizin zor günlerden geçtiği 28 Şubat sürecinde derin güçlerin hedefinde olan vakfımıza uğramak biraz yürek isterdi.
Dost bildiğimiz nice kimselerle orada burada bir vesile ile karşılaştığımızda, “siz hala orada mısınız, kapatmadınız mı orayı” diyenler olurdu.
O zaman anlamıştım ki toplumun her kesimi tarafından sevilen, saygı duyulan, itibar gören insanlar; ruhlarında var olan yücelikle bu sevgiye erişiyor ve toplum onları bağrına bilerek basıyor.
Vakfın değerli yöneticileri, zarif bir davranış sergileyerek o günlerde yüreklilik gösterenlere bir vefa gecesi düşünmüşler.
Güzel bir günün ardından güneş İstanbul’a veda ediyordu.
Eski dostlar birer ikişer sökün etmeye başladılar. Ali Saydam Bey ve Ayşegül Dora Hanımefendi kapıda göründüler.
Başta1995 yılındaki vakfın en anlamlı organizasyonlarından biri olan “Hoşgörü Ödülleri” gecesi olmak üzere pek çok faaliyete, her türlü tehdit ve eleştiriye aldırmaksızın maddi manevi katkıda bulunan ve yeni kurulmuş olan vakfın faaliyetlerin kamuoyunda duyulması ve tanınması için var gücüyle çalışan koca yürekli iki insan.
İşte Nur Vergin Hanımefendi göründü. Üzerinde siyah bir elbise var. Onu ilkin Polat Rönesans’taki bir iftar sonrası kürsüde konuşurken görmüştüm. Sözleri hala hatırımda; Birkaç yıldan beri oruç tutuyorum, merak ediyordum Müslümanlar benim orucumu ne zaman fark edecekler diye, bu gün burada fark edilmenin sevincini yaşıyorum”
Geç de olsa yeniden fark edilmenin ve hatırlanmanın ışıltısı vardı yüzünde.
Siyah elbisesinin üzerine bağladığı kavuniçi başörtüsü ve elbiseyi tamamlayan siyah bir gözlükle İstanbul’un bir kadın şehir olduğunu savunan, Ümit Meriç Hanımefendi göründü.
Her zamanki gibi zarif ve sevimli…
Koza, kelebek olma yolunda iken onu muhteşem bir konuşma ile yola vuran söz sultanı.
“Mevlana ne olursan ol gel, diyor, Fethullah Gülen ne olursan ol ben gelirim diyor” sözlerini asrın alnına asan hakikatli savunucu.
Ve İlber Ortaylı…
Hep zirveleri kollayan bir şahin bakışlarıyla girdi içeri.
Diyalog Avrasya Platformu’nun oluşmasında büyük emeği olan hocayı görünce geçmiş güzel günlerden bir pencere açılıyor hayal penceremde.
Harbiye’deki vakıf binasındayız.
Baş başa konuşuyoruz.
Aydınların, dünyaya yayılan Türk okullarını yazmasına öncülük etmesini istiyorum kendisinden. Senin adını gören herkes yazar, senin kitabın olsun bu diyorum.
Bu kitap, herkesin kafasının karıştığı bu günlerde hem dünyanın dört bir yanındaki fedakar öğretmenlere hem de Anadolu’daki cömert insanlara moral olur diyorum.
“Olur” diyor. “Yapalım bu projeyi.”
İsimleri birlikte tesbit ediyoruz. İlber Ortaylı adını gören hemen herkes yazıyor. Ufuk Yayınlarının yayın yönetmeni Faruk Tuncer Bey’in de üstün gayretleriyle kısa sürede “Barış Köprüleri” adıyla muhteşem bir kitap çıkıyor.
Kitap 500.000 baskıya ulaşıyor. Vefalı Türk aydınları okullarına sahip çıkıyor.
Yayınevi kitaptan iyi para kazanıyor.
Hocanın önüne yüklü miktarda bir çek konuluyor.
“Bunca insanın hiçbir karşılık beklemeden yaptığı bir işten ben para alamam,” diyerek kabul etmiyor.
Hoca elbette bilge bir insan, beyniyle, bedeniyle heybetli biri ama benim nazarımda onu heybetli kılan onun işte bu tavrıdır.
Ve hocaların hocası Hayreddin Karaman bir sülün gibi süzülüyor içeri.
Vakarını hiçbir zaman gölgelemeyen tatlı bir gülümseme var çehresinde.
Ferasetli bir yol gösterici. Kucaklayıcı. Tam bir diyalog insanı… Dinler arası diyalogun dini temellerini, “Polemik Değil Diyalog” adıyla yazdığı çok değerli bir kitapla yerli yerine oturtan, fırtınalara karşı yürümeyi seven insan.
Ve Mehmet Aydın Hocamız…
Abant toplantılarını Türk aydınının bilgi ve birikimini sergilediği bir fikir fuarına çeviren insan…
Türk aydınını, Avrupa Parlementosu’na, Paris’e, Amerika’ya taşıyan, dünyanın önünde dev gibi duran sorunları konuşturan adam.
Ama ben onun çok az bilinen başka bir yönüne vurgunum.
1999’un sıcak bir haziran akşamı başlayan kaset fırtınası nice görkemli ağaçları bile önüne katmış sürüklüyordu.
2. Abant Toplantısına yanlış hatırlamıyorsam iki hafta kadar bir zaman vardı.
Toplantıyı yapabileceğimize hiç ihtimal vermiyordum.
“Hocam ne yapalım iptal mi etsek, kimsenin katılacağını düşünmüyorum” dedim.
Hoca kararlı bir halde; bunu yapmazsak bir daha hiç yapamayız ve Abant Toplantıları tarihe karışır, ben bu toplantıları Türkiye için bir fırsat olarak görüyorum, geleceğin Türkiye’sini bu toplantılar belirleyecek, biz yaparız, gelen gelir”
Bu söz Yavuz’ca bir sözdü.
Eğer bu cesur yürek aydınlarımız olmasaydı bu günleri görmemiz hayaldi.
Halkın bahtına doğmuş yıldızlarımız bunlar.
Ormanda eğilmedik ağaç ve kırılmadık bir dal kalmadığı bir devirde dimdik ayakta kalmayı başaran, fırtınalara direnen bu insanlar, sabaha giden yolları hazırladılar.
Eski dostlar birer ikişer göründükçe tam da güzel günlerin fotoğrafı her dakika biraz daha tamamlanıyor derken Usta yönetmen Halit Refiğ’in sevgili eşi Gülper Hanım girdi içeri.
Yalnızdı.
O an anladım, o fotoğraf hep eksik kalacaktı.
O da benim gözlerimden taşan acıyı hissetti. Belki ikimiz aynı anda içimizden aynı şeyi geçirdik. “Ah! O koca usta olsaydı böyle mi olurdu burası. Daha kapıda görünür görünmez iki kollarını birden açar ve “hay Allah hay Allah” diyerek girerdi içeri.
Son yıllarında insanların vefasızlığından sık sık dert yanardı. Ben de kendi kendime kimseye ihtiyacı olmayan, itibarı zirvede olan bu insan neden bu kadar vefasızlıktan dert yanıp duruyor diye düşünürdüm.
Sonraları anladım ki vefasızlık en çok da vefalı insanları yıkıyor.
Fikir ve düşüncelerimiz çoğu itibarı ile uyuşmazdı. Yer yer çok yanlış yaptığımızı söylerdi. Kendi doğruları vardı.
28 Şubat sürecinde fazla yara almamamız için bize pek çok tavsiyeleri oldu. Belki de onların çoğunu dinlemedik, umursamadık.
Bu duruma üzülürdü.
2009 Haziranındaki kaset fırtınası Ali Kırca’nın düğmeye basmasıyla ortalığı kasıp kavurmaya başlamıştı.
Herkes tedirgindi.
Biz de şöyle düşündük.
“Ben bunlara çok söyledim dinlemediler, oh olsun” der ve artık vakfa da bir daha uğramaz. Ama öyle olmadı.
O gecenin sabahında Gülper Hanım’a evden çıkarken “beni çiğnemeden o çocuklara bir zarar veremezler, gidip bir kapı gibi önlerinde duracağım” diyerek Harbiye’deki vakıf binamıza nefes nefese gelmişti. İşte Gülper Hanımı yalnız görünce kalbimin kıvrımlarında saklı duran o fırtına yine koptu.
Her seferinde gurbetteki Fethullah Gülen Hocaefendi’ye; “yüz yüze ne zaman görüşeceğiz?” diyen Cem Karaca da yoktu.
“Aşık Reyhani’nin dediği gibi; yolumuz gurbete düştü Hazin hazin ağlar gönül” diye cevap veren Hocaefendi’de…
Bu güzel gecede olması gereken elbette daha pek çok insan vardı. Gözlerim onları aramadı değil.
Belki bir daha ki sefere.
Fotoğraf eksikti ama gece güzeldi. Dedim ya rüya gibi bir geceydi.