Karlı Dağlarda Kalan Küheylan
Koca Reis Muhsin Yazıcıoğluna…
Üç yıl önce bu gün; “Hoşça kalın! Ben gidiyorum,” diyerek atını karlı dumanlı dağlara sürdün.
Keş Dağları’na karanlık çökünce de; “Ey dağlar! Beni bırakmayın. Ben bu mor dağların maralıyım, bana sizin bağrınızda ölmek yaraşır” dedin ve karları bir yorgan gibi üzerine çekiverdin.
Diyalog Avrasya’nın Kuzguncuk’taki itina ile döşenmiş tarihi binasında birkaç kadim dostla birlikte otururken sohbetimizin ortasına bir gül gibi yine sen düştün.
Karlı bir gündü.
Karların, sokak lambalarının ışık harelerinden, mehtabın ışığına âşık beyaz kelebekler gibi geçişi pek muhteşemdi.
Köprü; boğazındaki ışıltılı gerdanlığın rengi sürekli kızıldan yeşile, yeşilden maviye durmadan değişen, ince bir tülün arkasına saklı gizemli bir güzel gibi ışıl ışıldı.
Dalgalar bir yerde bir şeyler oluyormuş da elinden bir hiçbir şey gelmediği için dövünen, sağa sola dönüp duran çaresiz bir insan gibi çırpınıyordu. O gün, sahil boyunca uzayıp giden parktaki çıplak ağaçlar üşürken sen düştün hatırımıza.
Hep bir Osmanlı beyefendisi gibi vakur ve de mahzun duran Hasan Bey; “Ben askerliği Koca Reisle birlikte yaptım” diye başladı söze.
Her zamanki gibi yine sakin konuşuyordu;
“1987 yılıydı…
Bölüğümüze geldiğinde Reis’in yüzü gözü yara bere içindeydi.
İşkencelerden derin izler vardı üzerinde.
Dik bakışlı asi bir küheylana benziyordu. 5,5 yılı tek başına karanlık bir hücrede olmak üzere 7,5 yıl hapiste yatmıştı.
Ben bölük çavuşu idim. Komutanlar ona terörist muamelesi yapıyordu. Anadolu’nun bu damıtılmış delikanlısını sevmiştim. Terhisime az bir zaman vardı. Elimden geldiğince onu korumaya çalıştım.
Terhisimden sonra Fethullah Gülen Hocaefendi’ye Muhsin Bey bizim bölükteydi deyince; bizi bir arkadaşla ziyaretine gönderdi. Bir hafta önce terhis olduğum Tugayın önündeydim. Bir kalabalık dikkatimi çekti. Yanlarına gittim. Baktım, aralarında Muhsin Bey de var. Ağzı burnu yine kan içindeydi. Ziyaretine geldiğimi öğrenince çok sevindi.
“Ne oldu böyle sana,” dedim.
“Levent Üsteğmen dövdü” dedi.
“Neden” dedim.
‘Beş bin kişinin önünde hepimize küfretti. Ben de komutanım küfretmeyin,’ dedim. Yine küfretti.”
‘Komutanım küfretmeyin,’ dedim. Herkesin önünde tekme tokat girişti.”
“Şimdilerde herkesin yakından tanıdığı Levent Üsteğmen’i çok iyi tanıyordum. Bunu yapacak karakterde birisiydi.
Kadir Albayla konuyu konuşmak üzere evine gittim. Beni çok severdi. Görünce çok sevindi. ‘Beni ziyarete mi geldin?’ dedi. Sizi de ziyarete geldim komutanım ama asıl sizinle konuşmak istediğim bir konu var, dedim.
“Nedir o?’ dedi.”
“Bir arkadaşımla ilgili, dedim.”
“Kimmiş o?”
“Muhsin Yazıcıoğlu”
“Hasan evladım! Senin ne işin olabilir onunla, o bir teröristtir.”
“Değildir komutanım.”
” Hasan sen nasıl konuşuyorsun?”
” Komutanım çok iyi tanıyorum, o çok iyi bir insandır. Hakkında söylenenlerin hepsi iftiradır. Onu korumanızı istiyorum. Bu gün Levent Üsteğmen çok fena dövmüş, hem de bütün bir Tugayın önünde.”
“Levent iyi bir çocuktur, o dövdü ise hak etmiştir.”
” Hayır komutanım herkese küfretmiş, o da ‘komutanım lütfen küfretmeyin’ demiş. Hem Levent Üsteğmen’i de yanlış biliyorsunuz. O sizin hakkınızda da iyi şeyler düşünmüyor; beni her çağırdığınızda, izin için kendisine gittiğimde size hep küfrederdi.”
Rahmetli koca Reisle ne zaman konuşsak bana hep; ‘senin o ziyaretinden sonra çok rahat ettim’ derdi.”
* * *
Sohbet uzayıp gidiyordu .
Uzun hava ağıt gibi kar düşüyordu kaldırımlara. Karların, sokak lambalarının ışık harelerinden, mehtabın ışığına âşık beyaz kelebekler gibi geçişi pek muhteşemdi.
Bir zamanlar gençliğin üzerine çöken gulyabaniler gibi, aksam ve sis birlikte çöktüler Boğaz’ın üzerine.
Hey Koca Reis! Akşamın o alaca karanlığında rüzgâr senin yiğit sesini taşıyordu yüreklerimize;
“Dağılmayın, dik durun, arkadaşlarınızı vermeyin, geldiğimiz gibi gideceğiz buralardan”
Sonunda, dik durmanın sembolü dağlara vurdun kendini.
Sen hep yiğit kaldın.
Hep Anadolu…
Hep davanı öne aldın…
Hz. Yusuf gibi, yedi yıl hiç baharın gelişini, güneşin doğuşunu göremedin.
Karanlık hücrelerde gözlerin bozulmasın, diye yeşil maydanoz siparişi verip, saatlerce o bir tutam yeşile bakıp durdun.
Mamak Mahpushanesinde ne kadar da yalvarmıştın “Ey Sonsuzluğun Sahibi, sana ulaşmak istiyorum!” diye. “Küçücük pencereni kapatıyorlardı da sen ‘durun kapatmayın penceremi, kapatmayın güneşimi, beton çok soğuk, üşüyorum’ diyordun.
Mamak Mahpushanesinde çırıl çıplak soyarak başlıyorlardı işkencelere. Yirmi altı gün hiç gözün açılmadan sorguda kaldın.
Kaç defa falakaların altında acıdan bayıldın. Başından ayaklarından cerahatler aktı. Derin defalarca kavladı.
Hele bir gün…
Yine çırıl çıplak soymuşlardı. Anlamışlardı senin öyle daha çok işkence çektiğini. Kalaslara kollarını bağlamış, çarmıha gerip tavana asarak altından sandalyeyi tekmeleyip havada sallandırmışlardı. Parmaklarından, uzuvlarından elektrik verip,bedenin ateşlerde yanarken ruhun zemherilerde üşümüştü.
Senin kaderindi üşümek.
Hatırlıyor musun?
Kış geldiğinde, köyün çocuklarıyla, ellerinizde birer tezek ve odunla medreseye giderdiniz. Sobayı yakar, duvarın dibine sıralanırdınız. Sen her zaman sıranın en sonuna oturur, okuma sırası sana gelinceye kadar dersini ezberlerdin. Ve hep yanlışsız okurdun da Bekir Hoca; “şuncaz çocuk biliyor, siz bilmiyorsunuz “derdi.
Yaz geldiğinde babanla güneşin bağrında ekin biçerdiniz. Sen biçilen ekinleri kağnı ile harman yerine taşırdın. Kağnının bağırtısından dağlar taşlar inlerdi.
Sonra büyük şehirlerin yolunu tuttun. Şehirlerde sizi birbirinize düşürdüler; kardeşi kardeşe kırdırdılar.
Beş bin vatan evladı yok yere öldü. Koskoca Anadolu’ya sığmayan bizler, daracık hücrelere sığdık, dışarıda birbirimizi öldüren, yaralayan bizler, içeride bir birbirimizin yaralarını sardık.
Sen, seni öldürmek isteyenlere bile yapılan işkencelere dayanamazdın. Bir gün ‘Yeter artık hepimiz aynı vatanın evlatlarıyız, yetti be!’ diyerek isyan ettin.
Sen, öyle yandın, öyle üşüdün ki, artık yüreğinde ne yangına ne de soğuğa yer kalmadı.
Yıllarca, kırlarda güneşle kol kola gezemeden, yarpuzlar arasına kendini bırakamadan, mis gibi nane kokuları arasında ruhunu dinleyemeden gittin.
Uzanıvermek için bir ömür boyu hep bir çeşme başı arayıp durdun.
Yürüdüğü yollarda toz kaldıran bir doru tay gibi girdiğin tutsak taş duvarların arasından bir asi küheylan gibi çıktığında yaşın da otuz beşe gelmişti.
Çıkar çıkmaz da askere aldılar.
1980 öncesinin kızılca kıyametinde binlerce kınalı kuzuyu kaybetmenin hüznü vardı gözlerinde.
“Dağları çıldırtan öykümü
Ben bu demirlere dişlerimle yazmışam!
Asi bir küheylanım el süremezler yeleme
Bırak yırtılayım, bırak
Gem vurma benim dilime!.” dedin.
Karlı dağlarda kalan küheylan! Sen Anadolu’yu bahara hazırlayıp da gittin. Bakışlarınla ısıttın toprağı.
Yine bahar geliyor. Toprak kıpır kıpır, dallar domur domur.
Sen bu bahar da aramızda yoksun.