Cumhuriyet Devrinde Bır Köy Hocası
Sonbaharın sarı fırçasının erişmediği zirvelerdeki yeşil ağaçların, kah aralarından geçerek, kah başlarını okşayarak koşan bulutlar, menziline geç kalmış kervan katarları gibi dağların doruklarına doğru koşuyordu.
Karadeniz Dağları’nın zümrüt yamaçlarına yorgun bir insan gibi sırtını yaslamış olan kederli kasaba, seslerin ve sislerin muhteşem romantizmindeydi.
Hazin bir sala sesi coşkun derelerin şırıltılarına, kuşların cıvıltılarına karışıyordu.
Kutuz Hoca oğullarının kollarında otuz yıl boyunca görev yaptığı, talebe okuttuğu mabedin önüne kadar geldi.
Doğduğunda kulağına ilk sızan bu sesi hatırladı.
Öğle namazı kılmak için mabedi dolduran köylülerini avludaki bir taşın üzerinde bekledi.
İçeri girmedi, giremedi.
Sırtını dağa yaslayarak;”Oh be!” dedi. “Evlatlarıma biraz zahmet verdim ama değdi. İnsanın kendi toprağı gibi var mı? Nasılda sarıyor, nasıl da bir ana şefkatiyle bağrına basıyor.”
Yağmur yağdı yağacaktı. Ömrü, bir film şeridi gibi gözlerinin önüne geldi.
Aylarca ateşli bir hastalığın pençesinde kıvrandığı halde dersi bırakmayan hocası Sipahioğlu Yusuf’u hatırladı.
Bir ziyaretinde annesi, Sipahioğlu Hoca’nın ızdırabını görünce dayanamayarak, “Hocaefendi ,sal bu çocukları, bunlar sana eziyet ediyorlar” demişti. Hocanın “kızım ben bunları salamam, ben bunları bırakamam” deyişini hiç unutamamıştı.
Kur’an’ın yasak yıllarıydı.
Vefatından sonra bir müddet daha hocasının dudaklarının kıpırdadığını ve Kur’an okuduğunu da hiç unutamamıştı.
Ayakta ıslak çarıklarla babasıyla Ramazanlığa gittikleri günleri hatırladı.
Yokluk yıllarıydı.
Birkaç litre gaz yağı ile kasabaya dönmek büyük mutluluktu.
Askerlik öncesi demircilik, sıvacılık gibi işlerde çalışmıştı. Askerde öğrendiği sıhhiyeliği ise uzun yıllar sürdürmüştü.
Yoksulluk her bir şeyi yaptırıyordu insana. “Hoca! Yavrum ateşler içinde yanıyor, ne olur bir iğne yapıver!” diyerek kucağında hasta çocuklarıyla kan-ter içinde gecenin bir vakti kapısına dayanan insanları ve ; “Hocam! Yetiş ne olur yavrum gidiyor” yalvarmalarına dayanamayarak bir elinde fener bir elinde sıhhiye çantasıyla karlı fırtınalı gecelerde çamurlara bata çıka yaptığı gece yolculuklarını hatırladı.
Bedenlerinden sağlık fışkıran nice gençler; “hocam, sen beni ölümden döndürmüşsün” diyerek gelip elini öperken tarifi imkânsız bir mutluluk duyardı.
2.Dünya savaşında bir akşam vakti seferberlik emri aldığında annesi uzak bir mezradaydı.
Karanlık basmıştı.
Feneri eline alarak kız kardeşi Fadime ile birlikte mezranın yolunu tuttu.
Yol, yokuş yukarı ve ormanlıktı. Silahı da yoktu. Gece yarısına doğru mezraya vardılar. Issız dağlarda in cin top oynuyordu. Yalnızca ırmağın şırıltısı, böcek sesleri ve bir de her tarafı aydınlatan ay ışığı… “Ana” diye seslendi.
Uykudaki annenin yüreği uyandı.
Kapıyı açtı. “Hayırdır oğlum!” dedi.
Yüreğindeki korların uyandığını hisseden ana, ocaktaki ateşi de uyandırdı.
Mıhlama yaparak çocuklarının karnını doyurdu. Yemekten sonra; “Anne! Sabah askere gidiyorum” dedi.
Zavallı ananın yüreği, kor odunların devrilmesiyle birden harlayan ocak gibi alevlendi.
Ağlamaya başladı.
Sabah yaklaşıyordu. Kucaklaştılar. Anası sarıldı, kokladı.
Bir ömür boyu unutamadıklarından biri de işte o ıssız dağlarda bir başına kalan annesinin iniltileriydi.
Ve bir de Güneyce’nin yamaçlarından sevgilisinin yeşil gözlerine bakan bir ece gibi karşı yamaçlara bakan bu camisini hiç ama hiç unutamamıştı.
Bu kutlu mabet yapılırken kasabalı kadınların, ta derelerden sırtlarında karıncalar gibi taş taşıyışını da…
Tabii geceleri gaz lambasının loş ışığında kıldırdığı namazları ve Kur’an okuttuğu talebeleri de…
Her yaz hanımıyla birlikte gelir havasıyla, doğasıyla cennetten bir köşeyi andıran bu yerlerde birkaç ay kalır, sonbahar gelince de yine oğullarından birinin yanına dönerdi.
Öğle namazı bitmiş cemaat camiden çıkmaya başlamıştı.
Bakışları kararlı ve kederli üç vakur insan başucunda durdu.
Oğullarıydı.
Mustafa, Hüseyin, İsmail…
Tıpkı gökteki bulutlar gibi boşalmaya hazırdı gözpınarları.
Bir ömür boyu içinde Kur’an saklı bir kutsal emanet gibi kollarında taşıdıkları babaları, yeşil duvağına bürünmüş bir gelin gibi rahmet şalına sarınmış asıl vatanına gidiyordu.
Gidiyordu ama gönlü inşirahla doluydu. Zira, resmi ideolojinin dindarı ve ve din adamını itibarsızlatırdığı bir dönemin yılgınlığına kendini bırakmaksızın ; füsunlu bir ışık gibi en karanlık gecelerin bağrından fışkıran bu aydınlık insan, akıp giden yıllar içinde yeniden doğuşun ihtişamlı destanını yazanlardandı.
Tıpkı İstanbul’da Celal Hocalar, Hüsrev Hocalar, Konya’da Mustafa Kurucular gibi geleceğin ümit yüklü şafağında bu güzel nasibin ilk ışıklarındandı.
Bir fecir süvarisi gibi sürekli karla-buzla, boranla yaka paça olarak gül yetiştirmenin ve her mevsim meyve veriyor olmanın sırrını keşfederek gidiyordu.
Bu koşuşturmada kendi çocuklarını da ihmal etmemişti.
Üç kardeş, muhteşem bir operanın son perdesinin kapanışında ölüm şarkısını söyleyecek olan sanatçılar gibi babalarinin basucunda durdular.
Veda konuşmasını büyük oğul Mustafa Bey yaptı.
“Babam yiğit adamdı” diye başladı sözlerine. İşte şu önünde durduğumuz camide tam otuz yıl görev yaptı. Kur’an’ın yasaklı yıllarında yüzlerce talebeye Kur’an öğretti. Hafızlar yetiştirdi. Biz üç kardeş üçümüzde onun talebesiyiz. O bizim hem babamız hem hocamız hem de meslektaşımızdı. Üçümüzü de hafız yaptı. Bize “bir birimizden ayrılmak yok, dördümüzde meslektaş olacağız” dedi.
Üçümüzün de ilahiyat okumamızı istedi. Biz de babamızın bu arzusuna uyduk.
Karlı fırtınalı günlerde bir elinde fener bir elinde sıhhiye çantası “hoca ne olur koş yavrum ateşler içinde yanıyor” diyen herkesin yardımına koşan bu insanı şu dağlar bir dile gelse de anlatsa.
Evleri yandığından savcı çağırdığında ayağına giyecek bir ayakkabı bile bulamayan, üst üste yamalı eski botlarla, lime lime elbiselerle askerlik yapan babamın yaşadıkları anlatılamaz.
Bütün bunlara rağmen babam parayla arasındaki mesafeyi çok iyi koruyan bir insandı.
2. Dünya savaşının o en çetin yıllarında tam 3.5 yıl askerlik yapmış. Seferberlik süresini emekliliğine saydırabilecekken; “zor şartlarda yaptığım o kutsal görevi hiçbir zaman paraya tahvil etmek istemem, sıkıntıların ve hizmetlerin mükâfatını öteki dünyada bulmayı ümit ediyorum” diyerek bunu kabul etmemiş.
Emekli olduğunda; ” devlet bana kıldırdığım namazların karşılığını ödedi. Benim bunu almaya hakkım yok” diyerek emeklilik tazminatını da almadı. Hâlbuki ben üniversiteyi bitirmiş olsam da daha bu iki kardeşim okuyordu.
O paraya çok ihtiyacımız vardı.”
Sustu…
Göz pınarları yanaklarına taştı.
Yağmur da hızını artırdı.
Sözü en küçük oğul İsmail Kara aldı. O da ağabeyi gibi profesördü.
Babası için helallik istedi.
“Helal olsun ” sesleri karşı yamaçlarda dalga dalağa yankılandı.
Son söz kadim dostum Hüseyin Bey’indi.
Yağmur sicim gibi yağıyordu.
Babası için uzun uzun dua etti. Cemaat, gözlerden ve göklerden dökülen damlalarla sırılsıklam oldu.
Ve üç oğul yıllarca yaptıkları gibi yine kollarına aldılar babalarını.
Arkalarından şöyle bir baktım. Sanki cennete gelin gidiyor gibi sislerin ve yeşilliklerin arasından tüllere bürünmüş dumanlı dağların doruklarına doğru götürüyorlardı onu.
Götürüyorlardı ama toprağa değil, yüreklerine gömmeye götürüyorlardı.
O an düşündüm ki bir baba için bundan daha büyük bir saadet olamaz.