Ağırdan Alır Baharlar…
Arap Baharı” konulu son Abant Toplantısı, geçen hafta, Antep’te Zirve Üniversitesi’nin son derece zarif ev sahipliğinde yapıldı.
Bilim adamları, “Arap Baharı’nın dünü ve bu günü”nü hararetle konuşurken; benim hayalime, Kahire kışlarında solukları ile ‘buz dağlarını hohlayarak’ yeni bir baharı zorlayan Hasan El Benna düştü.
Devlet-i Aliye’nin, bir akşam güneşi gibi, bütün kıtalardan çekildiği, her bir yana akşamın derin melalinin çöktüğü hazin yıllar…
İslam ülkeleri imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi darmadağındır.
Sömürge ülkeleri sadece ülkelerin servetini değil nesillerin beynini ve yüreklerini de sömürmektedir.
1.Dünya Savaşı’nın mağlup İslam ülkeleri, kurtuluşu galipleri taklitte bulmaktadır.
Bu durum genç Hasan El Benna’yı çok üzer.
Anadolu’daki Bediuzzamanlar, Süleyman Hilmi Tunahanlar, Celal Hocalar, Necip Fazıllar gibi; Hasan El Benna da Kahire’nin karanlık ve sisli sokaklarında, elinde meşale ile dolaşarak kendisine yardımcı olacak gençleri arar.
Yüzünde devamlı bir hüzün bulutu, kalbinde insanların dertlerine çareler bulma aşkı ve heyecanı vardır.
Dar’ul Ulum’u birincilikle bitiren Benna, o dönemde İngilizlerin yoğun olarak bulunduğu İsmailiye’ye öğretmen olarak tayin edilir.
İsmailiye’de Sultan Salahaddin’e seslenir; “Ey ülkeler fatihi! Uyansan da bir görsen bedbaht neslinin halini. Doğrusu böyle bir şehirde yaşamaktansa ölümü arzu ediyorum” Müslüman Kardeşler’in temellerinin atıldığı ilk günleri şöyle anlatır;
“Allah bilir, nice geceler ümmetin dertlerine çareler aramakla geçirdik. Bazen gözlerimiz buğulanır, ağlardık.”
İşe, İsmailiye’deki İngiliz şirketlerinde çalışan Mısırlı gençlerin uğrak yeri olan kahvehanelerden başlar.
Kahvehanelerde Kur’an kıssaları anlatır. Onları mabede davet eder. Bir süre sonra davet filizlenir, bereketlenir.
Bir yıl geçmeden İsmailiye sınırlarını zorlar. Öğretmenlikten istifa ederek hareketin merkezini Kahire’ye taşır. 1932’ye gelindiğinde Mısır sathında üç yüz şubeye ulaşılır. Mısırlı gençler, suya koşan ceylanlar gibi koşarlar Benna’nın konferanslarına.Zeynep Gazali’nin de katılımıyla hareket, Mısırlı Müslüman kadınlara da uzanır. Özel okullar açılır, Müslüman Kardeşler’e mensup iştirakçilerle ticari işletmeler oluşturulur. Medya sahasında ciddi atılımlar yapılır.
1940’lı yıllara gelindiğinde Müslüman Kardeşler, Mısırın en büyük hareketi haline gelir.
Hareket, Suriye Irak Filistin ve Cezayir gibi ülkelere yayılır.
Zalimlerin, İslam’ın hüsran ve hicran asrı olmasını istedikleri 20. Asrı, Hasan El Benna mücadele asrı kılar.
Tarihte ilmi, siyasi, askeri anlamda dahi liderler vardır.
Ancak kalıcılık yönünden değerlendirdiğimizde her şeyin bittiği tükendiği bir zamanda bir milleti yeniden inşa ederek tarihe yön veren liderler büyük ve kalıcı liderlerdir. Daha 22 yaşında iken, etrafına topladığı altı arkadaşıyla dünyanın en güçlü İslami teşkilatının temellerini atan ve şehit oluncaya kadar büyük bir vecd içinde koşturan bu büyük insanı anmadan Orta-Doğu tarihi anlaşılamaz.
1946’da dava arkadaşlarıyla birlikte kutsal topraklara gider.
Her mahalde coşkunca konuşmalar yapar.
Hicret yollarından geçerken; ” Şu dağların, taşların dili olsa da bir anlatsa kutlu yolculuğu” der.
“Şurası Seniyyetül Veda; Medinelerin Rasulullah’ı karşıladığı yer. Burası Uhut… Şurası okçular tepesi… Şurası okçuların başındaki kumandanın; ‘durun gitmeyin, Rasulullah bu tepeyi bize emanet etti’ diye yalvardığı, yer…”
“Şu tepe Medineli kadınların ve çocukların Uhut gazilerini karşıladığı yer.. Şurası hazreti Hamza’nın kızı küçük Fatıma’nın; ‘Ya Rasulallah! Babam nerede?’ diye sorduğu yer.”
Ağlar, ağlatır.
Her mekanda geçmişin o güzel günlerinden akıp gelen hatıralarla duygu yoğunluğu yaşanır.
Bayramın üçüncü günü Mina’da büyük bir kalabalığa coşkunca bir konuşma yaparken, Kudüslü bir âlim mikrofonu elinden alarak;Yahu Hasan’ım! İslam dünyasının hali bellidir ölmüş, ölmüş, sen ölmüş topraktan medet umuyorsun, yağmur yok…”
Hasan El Benna;
“Kardeşlerim! Biz yangını gerilerden seyrediyoruz. Bu hoca efendi ise yangının içinden geliyor. Ateş düştüğü yeri yakar. Onun gördüklerini kimse görmedi…
Hoca efendi ızdırap içinde konuşurken içimden “Allah’ım! Hocama ben bir ayet ile cevap vereyim” diye yalvardım.
İşte Rabbim kalbime bu ayetleri ilham etti. “Geçmişte, Allah yolunda çalışan peygamberlere ve onun yolunda giden mücahitlere bazı ümitsiz kimseler derler ki;
‘Ey Allahın kulları! İlahi gazabı hak etmiş topluluklara vaaz ve nasihat edeceğiz diye niye yürek tüketip duruyorsunuz?’
Onlar;’Allahın huzuruna vardığımızda beyan edecek bir mazeretimiz olsun, belki içlerinden dinleyenler olur, derler.’
Hoca tekrar mikrofonu alarak;
“Evladım ! Faziletine çocukluğundan beri hayran olduğum aslanım! Sevgili yavrum! Hasan’ım!
“Ey benim kendisine hikmet verilmiş olan oğlum! Gönlümdeki yeisleri kaldırdın ben de seninle beraberim, dinliyorum, buyur devam et” der. Herkesin en derin inkisarlarda boğulduğu bir devirde, ümit onda dasitanı bir hal alır.
Onun, selviyi andıran boyu Tuba ağacında bir daldır, gece karası gözleri ışık saçan bir pınardır, sözleri şekerdir, baldır.
Etrafındaki insanlara hep şu sözleri söyler; “İşlerimiz vaktimizden çoktur!” “Karanlıklarda söylediklerinizi bir gün gelecek çatılardan haykıracaksınız” Kısa sürede böylesine güçlü ve etkili bir İslami hareketin hemen ortaya çıkması emperyalist güçleri şaşkına çevirir.
Her geçen gün dalga dalga büyüyen hareketten sömürge devletleri ve Mısır hükümeti tedirgin olur.
Önce 1944’de başvekil Ahmet Mahir Paşa vurulur, sonra 46’da yine baş vekil olan Mahmut Nakraşi öldürülür.
Her iki suikast de Müslüman Kardeşler’in üstüne atılır.
Ve Kral Faruk, hareketi yasa dışı ilan eder. Binlerce insan bir ömür boyu çürüyeceği zindanlara atılır.
Hükümet, Benna’nın konferanslarını yasaklayarak takibe alır.
Sefillerdeki Jonh Valjan gibi köşe bucak takib edilir.
Artık Benna, her türlü yardımcıdan mahrumdur, yalnızdır.
Bütün bunlara rağmen sürekli Rasûlullah’ın Uhud günü yaralıyken ettiği şu duayı eder;
“Allah’ım! Sen benim kavmimi hidayete erdir. Çünkü onlar bilmiyorlar.”
1949’un soğuk bir kış gecesi…
Hasan El Benna Müslüman Kardeşler teşkilatının Kahire’deki merkezinden henüz çıkmıştır.
Üzerine kurşunlar yağmaya başlar. Hemen yakındaki bir hastaneye kaldırılırsa da doktorlara verilen talimat gereği kimse tedavi etmeye yanaşmaz.
Hastane koridorunda sedye üzerinde can verir.
Bakışıyla yüreklerdeki kıvılcımları korlaştıran güzel gözler , usulca kapanır.
Bir zamanlar Yusuf’un yüzüyle ağaran Mısır gecelerinin nefesiyle dirildiği insan son nefesini Sahibine iade eder.
Yanık gönüllere su taşıyan coşkun nehir yatağına çekilir.
Bütün bir İslam ülkelerinde esen fırtına ansızın diner.
Yusuf ile Züleyha’nın kenti Kahire kederlere boğulur.
Bahar uç verdi derken kış şiddetini birden bire artırır Kahire’de. Çiçekli dallara kar yağmaya başlar.
Yürekler üşür. Çölün sonsuzluğunda salınır hurma ağaçları.
Yaşlı babasından başka tabutunu taşıyacak hiç kimse bulunmaz.
Babası, Kahire sokaklarında birkaç kadınla oğlunun tabutunu taşırken; “Oğlumu sizler öldürdünüz, ey zalimler!” diye haykırır hükümete.
Onun içindir ki o gün bu gün, kışlar hiç bitmez Orta-Doğu ülkelerinde, baharlarsa hep ağırdan alır.