Yurdunu Kaybeden Adam
Yurdunu kaybeden adam”ı anma toplantısı için Fatih Üniversitesi’nin Büyük Çekmece Gölüne nazır kampüsüne doğru gidiyorum.
Yolda yağmur bastırıyor.
Yağmur altında ıslak yollarda ilerleyen arabanın içinde yurdunu kaybeden adamı, Cengiz Dağcı’yı düşünüyorum.
Kara trenin acı ıslığının ardından, oflaya puflaya dönmeye başlayan tekerleklerin arasından fışkıran buharların kendisinden ayırdığı anasını ve vatanını bir daha hiç göremeyen, ayrılıkların yüreğinde koca koca yaralar açtığı adamı düşünüyorum.
Bir eliyle oğlunu uğurlarken diğer eliyle şalının ucuyla gözyaşlarını silen bir anayı geride bırakarak kendini gurbetlere salmak nasıl bir duygudur, nasıl bir çiledir; bunu yüreği İkinci Dünya savaşının acılarıyla yontulan dünyanın en büyük edebiyatçılarından biri olan Dağcıya sormak gerekir. Bir vatana sahip olmanın rahatlığı içinde olan bizler, vatanlarını kaybedenlerin ıstıraplarını anlamakta zorluk çekebiliriz.
Karadeniz’e nazır güzel vatanı Kırım’ı bir kor gibi hep yüreğinde taşıyan, mezarları bile belirsiz aile fertlerinin tamamı sürgünde ölen, bu büyük ruhlu insan, yaşadıklarının yılgınlığına düşmeksizin hep mesut insanlarla dolu bir dünya hayal eder.
9 Mart 1920 tarihinde Kırım’ın Yalta şehrinin Gurzuf Kasabası’na yakın Kızıltaş Köyü’nde doğan Cengiz Dağcı’nın, çocukluk yılları kıtlık, yoksulluk ve büyük baskılar altında geçer.
Babasının Kırım’dan sürgün yaşaması onun gurbet temalı ve hüzünlü bir üsluba sahip olmasına neden olur. Kırım Pedagoji Enstitüsü’nde okurken II. Dünya Savaşı’nın başlaması ile tahsilini bitiremeden askere alınır. Odesadaki Subay Okuluna gönderilir ve Rus ordusuna katılır.
Bir süre Rus ordusunda savaşırsa da Ukrayna Cephesi’nde Almanlara esir düşer. Daha sonra Almanlar tarafından kurulan Türkistan Lejyonuna katılıp, Ruslara karşı savaştığı için ülkesine bir ömür boyu girmesi yasaklanır.
Annesiyle birlikte bütün aile fertleri de 1944 sürgününde Kırım’dan sürüldükleri için bir daha ne annesiyle ne de diğer aile fertleri ile görüşemez.
Hem vatanından hem de ailesinden ayrı yaşaması hassas yüreğinde derin yaralar açar.
İkinci Cihan Harbinin bittiği yıllarda binlerce Türkistanlı ile birlikte Türkiye’ye gelmek için müracaatta bulunursa da bu talebi dönemin idarecileri tarafından kabul görmez.
Türk Konsolosunun “Türkiye’de bir yakınınız yoksa vize veremeyiz” sözüne çok alınır ve konsolosluktan ayrılır. Konsolosluğumuzun önünde bir taşın üzerine oturup ağlamaya başlar. Konsolosluktan çıkan bir görevli onun o perişan halini görünce tanıdığı bir restorana götürerek bulaşıkçı olarak işe girmesine yardımcı olur.
Sonraları yanına gelenlere bu olayı anlatırken; “Konsolosun o sözüne çok kırıldım, ben Türk halkının tamamını benim yakınım olarak biliyordum” der.
Türkiye’nin bu tavrı bile onun eserlerini Türkçe yazmasına engel olmaz.
Çünkü dil onun için vatandır. Yad ellerde kendisine dilden bir vatan kurar.
Londra’da kaleme aldığı “Yurdunu Kaybeden Adam” adlı eseri kendi hayatını anlatır.Bütün dünyayı yerle bir eden, hatta kimyasını bozan II. Dünya Savaşı ile başlayan “Korkunç Yıllar” binlerce insanı vatansız, yurtsuz bırakırken, biz Türkçe konuşanlara önemli bir edebiyat adamını kazandırır.
Cengiz Dağcı’nın romanlarında ana temayı Kırım Tatarlarının sürgün yıllarında ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadıkları acılar oluşturur.
Kırım Türklerinin maruz kaldıkları sürgün ve vahşeti destansı bir yapıya dönüştürerek romanına aktaran Dağcı, tarihte yazılan destanların ruhunu kaleminde yaşatarak bir milletin makûs talihini romanlarıyla destanlara dönüştürmeyi başarmış nadir edebiyatçılardandır.
O, Hiç kimsenin duymadığını duymuş, yaşamadığını yaşamış, dalları Türkçe tomurcuğa duran bir edebi çınardır.
Savaş ve esaret yıllarını anlatan hiçbir roman “Korkunç Yıllar” ve “Yurdunu Kaybeden Adam”ın başarısına ulaşamamıştır. Çünkü hiçbir romancı Dağcı’nın yaşadığını yaşamamış, cehennem gibi bir savaşın iki cephesinde birden bulunmamış ve hiçbir savaşçı romancı yurdunu kaybetmemiştir.
Savaşın acılarından sonra bir de esir kamplarında maruz kaldığı muameleler ruhunda onulmaz yaralar açmıştır.
Günlerce aç bıraktıkları esir kalabalığın arasına ekmek atarak, aç esirleri kudurmuşçasına birbirlerine saldırtan vahşi insanları gördükçe insanlığından utanmıştır.
Yaşadığı hikâyeleri ruhunda en iyi biçimde çözümleyerek, tarih ve edebiyat şuuru ile geleneksel motifleri geleceğe uyarlayarak eserlerinde doyumsuz bir haz oluşturmuştur.
İkinci Cihan Harbinden sonra mekânlar ve ufuklar peşinde oradan oraya sürüklenen bu büyük yürekli insanın hayatında en çok kullandığı kelimeler her halde “ana” ve “vatan” dır. Ne yazık ki her ikisine de hep uzak yaşamıştır.
Yad ellerde yağan yağmurlar hep anasının gözyaşları gibi gelir ona.
Nerede bir duman görse hep anasını kendisinden ayıran o trenin dumanlarını hatırlar.
Geçtiğimiz eylülde, tek başına yaşadığı gurbetteki evinde vefat eden yüreği derinden yaralı bu yiğidin evinde annesine yazdığı on beş kadar mektup bulundu.
Annesine hiçbir zaman ulaşmayan, annesinin hiçbir zaman okuyamadığı mektuplar…
Londra’nın herhangi bir köşesinden yazdığı bu mektuplarda anasına seslenir. Hiçbir zaman sesini duymayacağını bildiği anasına;
“Biliyor musun anneciğim! Ben burada bir kafes içinde yaşıyorum. Benim bu kafes hayatım şimdi değil, yıllar öncesi başladı. İyi hatırlıyorsundur, askere alındığım gün başlamıştı ayrılığımız, derken savaş çıktı. Savaştım. Tutsak oldum. Sonra özgürlüğüme kavuştum. Ama sensiz, sakat ve eksik bir özgürlüktü bu. Sana döneceğim günü bekledim yıllarca. Dönemedim. Ah, şu anda yattığın yerden başını kaldırıp benim bu kafesime bakabilsen. Neler yok benim bu kafesimde. Mavisi gözlerinin mavisinden Gurzuf denizi; Ayı dağı, Gelinkaya, Topkaya ve Adalar; Sarı Çömez’in tarlası, avludaki sıvalı fırın ve Pilibaşı; her bahar akların akıyla çiçek açan elma ağaçları; Hıdırellez’de mezarlık duvarı dibinde çiçek fideleri diken kızlar; derviza günlerinde bayrak tutan delikanlılar; ve serçeler, saksağanlar, karatavuklar;kKasımda yaylaya yağan ilk kar… ve ben. Ben her gece, Türküsüyle gözlerimi yumarım ve başımı yorganın altında Eşk İbrahim’in köprüsünde Alim Aydamak’ın ödünü patlattığı on iki dilijans bazergânın alınlarındaki soğuk ter dizilerini sayarım…Hastalar bağında bitip olgunlaşmış üzümleri tutarım avuçlarım içinde; ve ellerim yorulunca Memiş’in deresi Üstündeki salkım söğütü üzerime çekip uyurum.”
Yağmur daha bir bastırıyor. Arabanın silecekleri habire çalışıyor.
“Yurdunu kaybeden adam”ı anma toplantısı için Fatih Üniversitesi’nin Büyük Çekmece Gölüne nazır kampüsüne doğru gidiyorum.
Asfalta düşen damlalar, sert zemine çarptıktan sonra havaya zıplıyor ve sonra cansız bir şekilde yere düşüyor.
Yağan sağanak altında düşünüyorum. Bazen hayale gelmeyen şeyler insanın başına gelebiliyor.
Ömrü gurbetlerde geçen koca çınar bir gün Kırım topraklarına kavuşacağını hayal etmiş miydi bilemiyorum ama o şimdi Hastalar bağında bitip olgunlaşmış üzümleri avuçlarıyla tutarak, Memiş’in deresi Üstündeki salkım söğütü üzerine çekmiş uyuyor.