Yiğitlerin saçları bakımlı olmalı…
Bugün 18 Mart…
Gül kokulu seher yelinin esintilerinde birlikte yürüyelim,
Hülyalı hatıralarımızın kızıl ufuklarında koşalım,
Şehitlerimize yürüyüp güllerimize sarılalım.
Lakin takdir edersiniz ki, gün batımına dek gül bahçelerinin tamamını dolaşamayız. Hayallerimiz yorulur, ayaklarımız ağırlaşır.
En iyisi bir medeniyetin doğuş destanı olan Çanakkale’den çıkalım yorucu yolculuğumuza.
Yaklaştıkça bir garip his kaplar içinizi,
Hâlâ savaş devam ediyor sanırsınız sırtlarda, vadilerde.
Kınalı Muratlar tepelerde koşuyor, yiğitler etrafınızda dolaşıyordur.
Toprak misk-ü amber kokar
Baharda çiçekler açarken, baharında solmuştur güller.
Ayağınıza takılır nice cesetler, yaralı bedenler.
Ne olur incitmemek için usulca basın toprağa.
Hele şurada bir duralım… Aman Allahım!
Vadiye yuvarlanmış bir yaralı Mehmet,
Acılar içinde kıvranırken kopardığı otları basmış kanayan yarasına
Derken Kanlısırt’tan bir düşman askeri yuvarlanıyor yanına
Bir parça yırtıyor Mehmet elbisesinden, düşmanının yarasını sarıyor
Biraz önce göğüs göğse dövüşen o değilmişçesine.
Fransız komutan yaralıları toplarken fark ediyor durumu. Kulak verelim konuşmalarına:
-Neden sardın düşmanın yarasını?
-Yanıma yuvarlandığında cebinden yaşlı bir kadın fotoğrafı çıkardı. Ona baktı, baktı, ağladı… Anası olmalıydı… Onu bekleyen birisi vardı, kavuşsun istedim sevdiğine. Benimse bekleyenim yoktu. Şehit olup Allah’a kavuşmak istedim sadece.
Güneş yükseliyor, yolumuz uzun. Ayrılıyoruz Çanakkale’den.
Hâlâ derin bir sükûta gömülü Yemen çöllerindeyiz. 300 bin şehidimizin kanıyla bile yeşermeyen çöl, ölüm uykusunda…
“Ah Yemen” romanını yazmak için Üstad Mehmet Niyazi burada. Ruhtan bir heykel kesilmiş, keskin gözlerini uçsuz bucaksız çöle dikmiş, konuşuyor:
“Yemen Çölü! Nasıl bir ölü uykusundasın ki, bunca şehidin kanı seni yeşertmedi. Anaların, gelinlerin ve nice yetimlerin ıssız yerlerde döktükleri gözyaşları yağmur olup üzerine yağsaydı bağrından ormanlar fışkırırdı. Hâlâ derin bir sükût içindesin. Bir dile gelsen neler anlatırsın.”
Çöl ses vermiyor… Suskun. Ölümün ağırlaştırdığı rüzgârlara teslim olmuş gibi. Yüzyılın başında “Türk Mezarlığı” diye anılan bu çölde çınlayan sadece acılı bir Yemen türküsüdür:
Bura Yemen’dir, gülü çemendir
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Yol, kızgın çöllerden karlı dağlara sürüklüyor bizi.
Karları kefen diye üzerlerine çeken on binlerce şehidin arasında, Sarıkamış’tayız… Düşmana teslim olmadan Allah’a teslim olan kahramanlarımızın arasında yani.
Yemen’den yazlıkları ile gelmişler bu karlı dağlara, kışlıklar yetişmeden de Hakk’a yürümüşler.
Sözün burasında Hakk’a erişen bir üstada, İlhan Murad’a kulak kesiliyoruz:
“…İlk sırada diz çökmüş beş kahraman…
Omuz çukurlarına yaslanıp yuvarlanmış mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler ama asılamamışlar…
İkinci sırada bir manzara ki hiçbir heykeltıraş eşini meydana getirmeye muvaffak olamamış. O ürkütücü ayaza rağmen, sağrılarındaki fişeklikleri debelenip üzerlerinden atmaya tenezzül etmemiş iki katırın yanında, başları semaya dönük, altı esatir güzeli Mehmed… Sandıkları bir avuçlamışlar ki, kâinatı biz o hırsla böylesine avuçlayıvermişizdir, hepsi öylesine kaskatı kesilmişler.”
Buzlar çözülünce, analarına, yarlarına yazılan mektupları, koyunlarından emanet olarak alıp tekrar düşüyoruz yollara.
Osmanlı’nın nazlı gelini Bosna’dayız.
İlk karşımıza çıkan yaşlı Boşnak’a, Bosna’nın gül bahçesine nasıl ulaşacağımızı soruyoruz. Bizi bize tarif ediyor sanki:
“Başçarşı’yı biliyorsunuz. Burası sizin çarşınız. Saraçlar sokağından Kunduracılar sokağına döndüğünüzde karşınıza çıkan, Ferhadiye Meydanı’dır. Gözünüze çarpan zarif yapı Ali Paşa Camisidir. Sebilin yanından geçip Begova Camisini sağınıza alınız, tarihi Türk kaldırımından yürüyünüz, yamacı tam tırmandığınızda kendinizi seyri doyumsuz bir gül bahçesinde bulursunuz. Burası Bosna baharını hazırlayan, baharında solmuş güllerin asude bahçesidir.”
Gün batımında varıyoruz kırmızı güller bahçesine.
Gurub bir yangın yeri… Bulutlar uçlarından tutuşmuş.
Bütün şehit anaları adına omuzları çökmüş, yüzü acıların harman yeri bir anaya selam veriyoruz. Bir yaşlı ana ki, can dayanmıyor ağıdına:
“Yavrum benim, yiğidim… Saçların uzamış, kanlı saçların… Kınalı kuzum… Rüzgârlar savurmuş saçlarını…”
Boşnak anası, hem yanıyor, hem de etrafını yakıyor.
Burası tutuşmuş güllerin harman yeri.
Bu tepe tertemiz ruhların etrafınızda dolaştığı Bosna şehitliği.
Burada ağıtlar alevlenip bulutlara değiyor.
Mezarın otlarını, bir başka deyişle yiğidinin saçlarını tıraş ediyor anne:
“Kınalı kuzum benim, saçların uzamış, tıraş etmeye geldim.”
Sonra makası alıyor eline, titrek elleriyle başlıyor otları kesmeye.
Yanında bir yiğit daha var; şehidin kardeşi olmalı. Ve elinde Bosna’nın sembolü ak zambaklar:
“Yiğidimin saçları bakımlı olmalı, kınalı kuzumun saçları düzgün olmalı.”
İtina ile kesiliyor otlar:
“Yavrum benim, bak ne güzel oldu saçların. Nasıl da tarardın gece siyahı saçlarını. Dayanamam dağınık durmalarına.”
İbriği alıp itinayla suluyor otları, yıkıyor yiğidinin saçlarını.
Kardeşi usulca bırakıyor ak zambakları şehidin mezarına.
Rehberimiz, “Her gün burada yüzlerce böyle manzara yaşanır” diyor.
Gelin gibi süslenmiştir mezarlar…
Birçoğunda ay yıldız selamlar sizi.
Gül harmanının alevleri savrulur burada.
Şehitlerin etrafınızda dolandığını hissedersiniz
Toprak kan, kanlar amber kokar.
Alacakaranlık inerken şehre, yaşlı anasının elinden tutmuştur delikanlı, Türk kaldırımından yürüyorlardır şehre doğru.
Bakakalıyoruz arkalarından bir hilal uğruna batan nice güneşleri gönlümüze gömerek.
Güneş guruba bir kızıl atlı gibi gömülürken ayrılıyoruz yiğitlerin ölümsüz ülkesinden.
Bütün dünyayı yangın yerine çeviren, Harb-i Umumi’nin ilk kıvılcımını çaktıran köprüden geçerek ulaşıyoruz Bosna-Türk Lisesi’ne.
Bir de ne görelim: Şehitlikteki ana, elini yanağına dayamış, oturmakta.
Halini hatırını soruyoruz. Teselli pınarına uğramış gibi, “Ah evlatlarım ah!” diyor, “Şu çocukları seyrediyorum da… Bu günleri de görecek miydim diyerek Allah’ıma şükrediyorum.
Bu okul bir zamanlar Sırp Çetniklerin karargâhıydı. Buradan gece gündüz şehre ateş yağdırırlardı. Sabahlara kadar işkence çeken esirlerin, gencecik kızların çığlıkları yükselirdi semaya. Şimdi şu oynaşan çocukları seyrederek şehidimin acısını hafifletiyorum.
Ah! Birlikte gül gibi geçinip gidiyorduk. Kim yaptı bize bu fenalıkları, kim düşman etti bizi birbirimize?”
Bugün 18 Mart… Kırlarda, bayırlarda çiçekler açıyor.
Baharında solan güllerin kokuları karışmış Mart rüzgârlarına.
Belli ki şehitlerimizin ruhları sarmış etrafımızı.
Şimdi merhum İlhan Murad üstadımızın vasiyetini yerine getirme vaktidir:
“O şehitlerimizin şecaatleriyle ayakta durabilen sizler ayağa kalkınız. Vallahi kalkınız… Fatihalar yollayınız.”
Kefen bile giyemeyen yiğitlerin gül kokuları karıştı havaya.
Gül kokuları gittikçe ağırlaşıyor,
Milyonlarca Fatiha uçurarak Mart rüzgârını ısıtmanın tam vaktidir.