Sökmek için sabırsızlanıyor şafak
Rüzgâr, dallardan düşen yaprakları süpürüyordu.
Hıyabandaki kavakların eteklerinden uçlarına doğru, hazan sarısı alevler yürümüş, tepelerinde tek tük yeşil yapraklar titriyordu.
“Sibirya soğukları erken başladı” diye geçirdi içinden.
O gün kahverengi parkasını almadığına ilk defa pişman olmuştu.
Üşüyordu ama asıl anıların; soğuk bir kırbaç gibi, düşüncelerinin çıplak bedeninde ıslıklanışı üşütüyordu onu.
Yeni bir soğuk dalgası son titrek yaprakları da düşürdü dallarından.
Hüzün, hazan rengi bir şal gibi bürüdü bedenini.
“Hele bir idamlığı hiç unutamıyorum müdür bey hiç” diye başladı sözlerine.
“İdamlık elbisesi giydirilmişti üzerine ‘son arzumu yerine getirebilir miyim?’dedi ve bir daktilo istetti. Dili hariç her yeri bağlı bu insan başladı yazdırmaya:
‘Babacığım!
Daktilonun tuşları sustuğunda ben de sonsuza kadar susacağım. İnsanlar doğar büyür ve ölürler, önemli olan çok yaşamak değil yaşadığı müddetçe, insanlığa yararlı işler yapmaktır. Benim ülkemi sevmekten başka bir suçum yok. Annemin hastalığının ciddi olduğunu biliyorum. Onun sağlığı ile yakından ilgileneceğinden şüphem yok. Annemi çok özleyeceğim. Onu teselli etmek sana kalıyor babacığım! Ona söyle; benden sonra o güzel gülüşünü unutmasın, kirpiklerini benim için daha fazla ıslatmasın. Allaha ısmarladık. Hoşça kalınız.’
Şafak sökmek için sabırsızlanırken, tekmeledim taburesini. Gözleri sanki mıhlanıp kaldı ciğerlerime. Bu okulda göreve başlayıncaya kadar güzel gözleriyle her gece gelir, dikilirdi karşıma da;
“Sen biliyordun değil mi benim suçsuz olduğumu?” der sonra da geldiği gibi kaybolurdu.
Her ölüm benim içimden geçerdi müdür bey.
Kâbuslarım, emeklilikten sonra da uzun süre bırakmadı peşimi.
****
Vladimir Bey, emekliliğini Türk okulunun güvenliğinde geçiriyordu
Bu okulda herkes birbirini çok seviyordu.
Sanki ‘sevginin sultanlarıydı’ bu insanlar.
Öğretmenlerin bu durumu öğrencilere de yansıyor; bahçede oynayışları, sokakta yürüyüşleri bile bu okulda okuduklarını ele veriyordu.
Sanki büyüyüp yeniden küçülmüşlerdi.
Okulda hâlâ bir öğrencisini kurtarırken, kendisi nehirde boğulan öğretmenin fedakârlığı konuşuluyordu.
Bir öğrencinin güzel yüzüne, küçük bir hüzün bulutu gelip konsa hemen bir öğretmen yanında bitiyor “neyin var?” diye şefkat meleği gibi üzerine kanatlarını indiriyordu.
Daha geçen gün ders esnasında Nikolay’ın yüzündeki acıyı fark eden öğretmeni İbrahim Bey, altın renkli sarı saçlarını okşayarak “neyin var senin” dediğinde;
“Annemi öğretmenim… Annemi düşünüyorum. Hastanede yatıyor” der demez çocuğun, bir bulut gibi boşaldığını gören İbrahim Bey;
“Ağlama! Dersten sonra birlikte gideriz “demiş ve zil çalınca da Nikolay’ın elinden tutarak birlikte hastanenin yolunu tutmuşlardı. Öğretmenle, öğrencisinin el ele yürüyüşlerini, arkalarından uzun uzun seyreden Vladimir,
“Allah Allah! Ben, bu öğretmenleri anlayamıyorum. Ben kendi çocuklarıma bir kere olsun şöyle davranmadım.” demişti.
Nikolay’ın annesine lazım olan kanı ve ameliyat parasını da öğretmenlerin kendi aralarında tedarik edişi karşısında Vlademir’in dudaklarından “Allahım! Aklıma mukayyet ol” sözleri döküldü.
“Hayır hayır! bunlar insan olamaz, bunlar, yerde gezen melekler” diyordu.
Bir başka öğretmenin bahçedeki küçük bir su birikintisine düşen bir karıncayı kurtarması öğrenciler arasında konuşulup duruyordu.
Geçen gün, nöbetçi öğretmenin, altını ıslatan bir öğrenciyi gece kucağında tuvalete götürmesi, bahçedeki ağaçtan düşerek yaralanan bir öğrenciyi bir başka öğretmenin sırtına alarak kan ter içinde hastanenin yolunu tutması, bardağı taşıran son damla olmuştu.
Kimdi bu insanlar?
Nerede yetişmişlerdi?
Bu melekler yüreklerinde bu sevgiyi nasıl büyütmüşlerdi?
Hangi toprağın sürgünü, hangi baharın nazlı kelebekleriydi bu insanlar?
Yoksa dünyanın dört bir yanı bahara durmuştu da, kendisinin haberi mi yoktu?
Doğruca müdüriyette aldı soluğu ve dikildi müdür beyin karşısına;
” Müdür bey! Ben bir ömür boyu mesleğimi hep sakladım. Konu komşudan, çocuklarımdan hatta karımdan bile. Ben emekli oluncaya kadar tam 25 yıl devlette çalıştım.
Birden ağlamaya başladı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Görev yaptığı yıllar, sonbahar soğuklarının acı türküsü eşliğinde bir hazan şöleni gibi geçiyordu gözünün önünden.
“Isırılmaktan kan revan olmuş, şişmiş dudaklar, mosmor olmuş gözler, bir yudum su diye inleyenler, karda yalınayak, süngüler arasında yürüyenler, güneşin sıcaklığına doyamadan şakağından tek kurşunla devrilip gidenler, urganın altında dimdik onurluca duran yiğitler, boynu bir kuğu kuşu gibi kırılıp gecenin karanlığında yana düşüverenler, celladın ipine direnenler, bir nazlı sülün gibi boynunu uzatıverenler, tekmelenen tabureler, ölümü gülerek karşılayanlar, korkudan titreyen bedenler, göğsünün kafesinden kalbini çıkarıp ateşe atıverenler, sabırsız şafaklarda ipin ucunda elleri arkadan bağlı beyaz bir hayalet gibi dönenler, sabahı bir daha hiç göremeyenler, incecik bir rüzgarla uçları uçuşan idamlık gömleklerin içinde söylenen son sözler, işkencelerden yükselen feryatlar, bodrum katlardan gelen tek el silah sesleri, veremli insanların kesik kesik öksürükleri, Kırbaç seslerinin çıplak tenlerde bir yılan gibi ıslıklandığı geceler, donmuş toprakta ancak ölümle özgürlüğüne kavuşmuş insanlara kazılan kabirlerden gelen kürek sesleri…”
Kanlı olayların kâbuslarından uyandığında müdür beye;
“Siz benim rüyalarımı değiştirdiniz müdür bey, artık her gece rüyamda sizleri görüyorum. Kötü kâbuslarım bitti benim.
Ben, bir cellattım müdür bey!
Benim gibi bir celladı, bir karıncayı öldüremez hale getirdiniz ya.
Urganın ucunda sallanan insanlar karşısında tüyü kıpırdamayan adamı, daldan düşen bir yaprak karşısında ağlatan sizler kimsiniz Allah aşkına/?”
Nereden bilsin onlar kim olduklarını.
Nice zaferlerin sahibi olmasına rağmen sultanın huzurunda oturmaktan bile ar eden Ödemir oğlu Osman Paşa gibi, ‘haya havarileridir’ onlar.
3. Murat “gaza ve zaferlerinizi bir de sizden dinlemek isteriz” deyince “Bizim ne haddimize sultanım. Heman Cenab-ı Hakkın inayeti ve sultanımın helal lokma yedirdiği gazilerin himmeti berakatıdır” diyerek, yalnız başkasını değil, kendini yenmenin de erdemini keşfetmiş alperenlerimizin, zamanımıza gülen yiğitleridir.
Anadolu insanın helal lokmaları vardır onların kursaklarında.
Onlar ufkumuzun sultanlarıdır.