Siz okul istemiyor muydunuz?
İstanbul’un sarışın ikindileri… Ilık bir yaz günü… Bulutlar, gökyüzüne bağdaş kurup oturmuş… Güneş, guruba doğru yorgun kollarıyla durmadan kulaçlıyor.Bu yılki Türkçe Olimpiyatları için dünyanın dört bir yanından gelen Önden Giden Atlılar’ın arasında, ilk sevdasına yağmurlu bir günde koşan Yağmur Öğretmen de var. Hem de ilk yaz yağmurlarında can suyu verdiği gülleriyle… Sütlüce’deki kültür merkezinin büyük salonu erkenden dolmuştu. Arka taraflara bir yere geçti, oturdu. Kimsecikler kendisini görsün istemiyordu. Meçhul bir öğretmen olarak kalmak hoşuna gidiyordu.
Salon ışıl ışıldı… Önce “sıra gecelerimiz”, “kına gecelerimiz” diye seslendi bayan sunucu…
Okyanus ötesine, Afrika çöllerine, Asya steplerine nasıl taşınmıştı Anadolu bilgeliğinde yoğrulan kültürümüz…Başlarında Urfa poşuları, ellerinde sazlarıyla, çiğ köfte malzemeleriyle ardı sıra bir bir sahnede göründü çocuklar…Nasıl da güzel yakışmış başlarına poşular?Nasıl da sevimli olmuşlar…Gökteki bulutlar gibi onlar da yere karşılıklı bağdaş kurup oturdular.
Derken, usulca dokundular sazlarının tellerine… Sazlar, dokundu dinleyenlerin yüreklerine…
Önce siyah bir öğrenci başındaki poşusuyla bir uzun hava tutturdu…”Urfa’nın dağlarında gezer bir ceylan” Derken coştu çiğ köfteyi yoğuran, coştu bütün bir salon, coştu bütün bir Anadolu…Türküler yağıyordu geceye, şarkılar yağıyordu salona. Türküler sevgiydi. Işıklı bir yağmur altında sevgiyle yıkanıyordu dünya…
Yağmur Öğretmen, buğulu gözlerle öğrencilerini izliyordu. Bir yağmurlu günde başlamıştı onun masalımsı sevdası. Şimdi sevgi, yağmur yağmur yağıyordu salona. Derken, üzerlerinde Anadolu’nun yöresel kıyafetleri, ellerinde mumlar, rengarenk kızlarımız yürüdüler sahneye… Sıra sıra… Kimi siyah, kimi beyaz, kimi sarışın… Çayda çıra oynamaya başladılar. İki sevimli kızımızın kolları arasında, tüllerin arkasına gizlenmiş güzel yüzüyle gelin kızımız göründü…Gelin kızı gören koro bir türkü tutturdu:
“Kınayı getir ane
Parmağın batır ane”
Eller kınalanıyor, çiğ köfte yoğruluyor, sazlar çalıyor, tazecik hanendeler söylüyordu:
“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Annesinin bir tanesini hor görmesinler.”
Öğrencileri Anadolu’nun yüreğine dokunsa da arka sıralarda oturan Yağmur Öğretmene de bu türkü ziyadesiyle dokunmuştu. Hor görüldüğü günler düşüvermişti aklına.
Hiç de kolay yürünmemişti bu günlere…Fakir bir ailenin çocuğu idi. Talebeliğini çok zor şartlarda tamamlayabilmiş, hem evin bütçesine katkı da bulunmak, hem düğününü yapabilmek için şehir şehir dolaşmış, gündüzleri okula gitmiş, geceleri bir işte çalışmıştı.Evlendiklerinin ertesi günü eşiyle birlikte geride bir yığın düğün borcu bırakarak düşmüşlerdi gurbetin yollarına. İki bavula bütün dünyalıklarını sığdırmışlardı. Her bir ışık süvarisi atını bir başka yöne sürerken, onların nasibine Gagavuzlar diyarı düşmüştü.
Yeni doğan yavrusuna bir litre süt alabilmek için saatlerce soğukta kuyrukta beklediği, sıra kendisine geldiğinde süt bittiği için bebeğine süt götüremediği günler…Hanımının verdiği yağ, tuz, çay gibi birkaç ana siparişi bile bulamadığı yokluk yılları…Fedakar eşinin, “Bir Türkçe sevdasıdır tutturdun, çok yoruluyorsun, bizleri gözün görmüyor” dediği günler geldi aklına.Gurbet diyarlarında, canı gibi sevdiği eşi, iki çocuğu ile birlikte bırakıp gitmişti kendisini. Hastaydı… Bir gün bütün bütün ayrılmıştı aralarından.İki yavrusuyla, süvarisini kaybetmiş düşünceli bir küheylan gibi ıslanmıştı hasret yağmurlarında.
Velhasıl bir gül için binlerce dikene su vermişti bağban. Dikenli yollarda yürümüştü yarınları.
Sahnede güllerini görünce, gurbetteki o ilk günlerin acı tatlı hatıraları gelip oturuverdi yanı başına.Yetmişine dayanmış Gagavuz aksakalının kapısına dayandıklarında, “Şimdiye kadar neredeydiniz, çok geç kaldınız” sözleri nasılda harlandırmıştı yüreğindeki ateşi.
“Biz kendimizde miydik sanki, dizlerimizde buralara gelecek derman mı vardı? Bir yağmur gözlü; ‘Gidin! Acele edin, sizleri bekleyenler var’ demeseydi daha yıllarca gelemezdik. Belki de hiç gelmezdik.”
“Toprak kurudu, dal kurudu oğul, çok geç kaldınız” Sonra elleriyle sakalını sıvazlamıştı da, nice sonra kendine gelerek; “Kızım vitrindeki fincanları indir. Misafirlerimiz çok uzaktan, ta Türkiye’den gelmişler.” demişti. Yemekler yenilmiş, çaylar içilmişti.
Yağmur Öğretmen; “Modern bir okul açmak istiyoruz. Bu okulda çocuklar önce sevgiyi öğrenecekler, sonra dünya ile yarışacaklar.” dediğinde, yetmişlik Tanas Ağa;”Kalk! O zaman niye duruyoruz!” demişti.Sıcak ve bunaltıcı bir günde birlikte şehir valisine gitmişlerdi.
Vali Bey pek de sıcak karşılamamıştı onları.
“Bizim açacağımız okul, uluslararası geçerliliği olacak seviyede eğitim verecek. Sıradan bir okul değil yani. Mezunları dünyanın dört bir yanında okuyabilecek. Kendi dilleri yanında Türkçe ve İngilizce de öğrenecekler.” Bu sözleri duyunca valinin yüz hatları gerilmiş, adeta kan beynine sıçramıştı. Elini Yağmur Öğretmene doğru uzatarak;
“Sen iyi niyetli bir insana benziyorsun. Sanki burada okul mu yok. Hem eğitim konusunda sizlere ihtiyacımız olduğunu da hiç sanmıyorum.” demişti.Nasıl da horlanmıştı o gün… Yetim bir çocuk gibi burulmuştu dudakları. Öyle yaralanmış…Öyle çaresiz kalmış… Öyle yıkılmıştı…
Tanas Ağa iki de bir eliyle sakallarını sıvazlayıp durmuştu sıkıntısından.
Kapı kendilerine gösterilmişti. İlk yaz sıcaklarından ziyade maruz kaldıkları durum dokunmuştu yüreklerine. Yağmur yağmur dolmuştu gözleri…Yağmur Öğretmen’in başının önüne eğildiği görülmüşse de, gönlünün incinmiş bir gül gibi Yaradan’a yükseldiği görülememişti. Sessizliğe esir düşmüştü dakikalar…
Valinin; “Aylardır bir damla yağmur yağmadı bu topraklara. Ekinler ziyan oldu. Toprak çatladı. Çeşmeler dindi. Bağlar bahçeler kurudu. Halk bütün bunları benden biliyor. Onlara laf anlatamazken bir de siz çıktınız başıma.” sözleri bir bomba gibi düşmüştü sessizliğin ortasına.
Bir fırsat daha geçti elime diye düşünmüş ve son bir cesaretle; ” İyi ya sen bize okul açmaya izin verirsen, Allah da size yağmur gönderir.” deyivermişti.
“Yağmur! Ne olur yağ, yağ ki yüreklerde kin ve nefret yıkansın, yağ ki, yangın yeri yüreğim ıslansın.” diye nasıl da dualar etmişti yaralı yüreği ile.Vali’nin; “Ben Allah’a inanmıyorum ki ondan yağmur isteyeyim” sözü, yükseklere indirme yapan bir şimşek gibi düşmüştü orta yere…Vali, öfkesinden bir sigara yakmış ve cama doğru yürümüştü. Dışarısı berraktı… Gökyüzünde bulut bile yoktu… Yağmur Öğretmen; “Allah’ım! Bir yağmur esintisi, bir yağmur sesi…”deyip inliyordu. Ne oldu ise o anda olmuştu. Birden o berrak hava bozmuş ve ortalık kararıvermişti. Aman Allah’ım! O da ne? Dışarıda yağmur yağmaya başlamıştı.Günlerden beri bir damla yağmur yüzü görmeyen şehir ıslanıyordu. Yer gök uğulduyordu. Vali gördükleri karşısında şaşırıp, camı açınca içeriye yağmur kokusu, toprak kokusu doluvermişti.
Nasıl da yağmıştı yağmur? Hem de bardaktan boşanırcasına…Toprak ıslanmış, toprak yumuşamış, yürekler yumuşamıştı… O gün, tıpkı bu gece gibi duygulanmıştı.
Şimdi salonda güzellikler karşısında buğulanan gözler, o gün de bulutların siyah dudaklarından döktüklerinden duygulanmıştı.Nasıl da dağlara çıkıp kurda kuşa haykırmak istemişti sevincini. Yağmur değil de sanki gökten mutluluk yağmıştı. Tıpkı bu gece olduğu gibi…
“Allah’a ısmarladık, ben gidiyorum” deyip, kapıya doğru yürüdüğünde;
Vali; “Dur hele birlikte gidiyoruz” demişti de şaşkınlıkla;
“Nereye?” diye sormuştu.
Vali aralarında hiçbir şey geçmemiş gibi sükûnetle cevaplamıştı onu:
“İyi de siz okul istemiyor muydunuz?