Onlar da insandı
Gurubun son kızıl ışıkları Çamlıca sokaklarına hüzünlü gölgeler bırakarak kayboluyordu.
Mabeyn Toplantıları’nın yapıldığı mekana biraz erken varıp son kitabı "Kürt Sorunu"yla ilgili konuşmaktı muradım.
İlk karşılaştığım günü hatırlıyorum, ilk cümlesini:
"Ben Altan Tan…"
Adı gibi manalı bir şahsiyeti vardı. Güven veren yüzü geçmişin acılarından derin izler taşıyor, fakat gözleri bu topraklara has bilgeliğin sevecenliğiyle parlıyordu.
Altan Bey’in babası Bedii Bey, 1980’li yıllarda "Diyarbakır Cehennemi" diye tabir edilen cezaevinden sağ çıkamayanlardan…
Cezaevine girdikten sonra bir daha babası ile görüşememiş. Kitabında babasına da genişçe bir yer ayırmış.
Gizli bir yarası olduğu her halinden belli olsa da görüşmelerimiz esnasında babasının yaşadıklarını hiç anlatmamıştı.
Ancak okuduğum günden beri Altan Bey’in babasının hatırası üzerindeydim.
Şehrin sokaklarına inen akşamın gölgelerinde toplantı yerine doğru yürürken, sadece insanların Diyarbakır cehenneminde yaşadığı acılar eşlik ediyordu adımlarıma;
12 Eylül sonrası, Diyarbakır Cezaevi tam bir işkence cehennemi…
"Günlerce hiç kıpırdamadan tabutların içinde gözleri bağlı dikine tutulan mahkumlar… Falaka, elektrik , soğuk duşlar…
Lağımın içinde nefesi kesilene kadar tutulanlar…
Kışta kıyamette bir hafta boyunca yatırıldıkları beton avluda ihtiyacını buz gibi suyun içine yaparak ısınmaya çalışan insanlar…
"Oğlumdan önce beni öldürün bana evladımın acısını göstermeyin,"diye yalvaran babaların feryatlarının vicdanlara ulaşmadığı günler…
Tek ayak üstünde, duvar dibinde durmaya zorlanan olgun, yaşlı-başlı, saygın insanlar. Ayakta duramadığı için yere düşenler. Sonra da emre itaatsizlikten, kanalizasyon kapağı kaldırılarak, bir avuç b..k yedirilenler. Sonra ağızda pislik, hazır olda bekletilenler. Hem de kıpırdamaksızın, yere tükürmeksizin, öylece ağzı kapalı.
Babaya tokatlattırılan evlatlar, evlada tokatlattırılan babalar…
Yavaş tokat vurdukları bahanesiyle coplanan babalar, oğullar…
Babanın sırtına bindirilen oğullar…
Oğlu sırtında iken hızlı koşması için coplanan ihtiyar babalar…
Babasının sırtından indikten sonra yapılanlara dayanamayarak ağlayan evlatlar…
Cop"la ilgili başka olaylar da var ama yazmaya kalem utanıyor.
Gölgelerinin iyice koyulaştığı bir anda sokak lambalarının taze ışıkları düşüyor, inen akşama.
Sokaklar aydınlansa da, Diyarbakır cehenneminden sağ çıkan Selim Dindar’ın söyledikleri iyice içimi karartıyor;
"İçerde, insanın cezaevi dışındaki yaşamı hafızasından siliniyor. Bir gece sabaha karşı saat üç sularında koğuşta müthiş bir patlama oldu. Bir arkadaş alevlerin üstüne su döktü. Alevlerin içinden bir ses geldi.
‘Bu bir yangın değil, eylem. Kahrolsun işkence, kahrolsun vahşet’
Alevler azaldığında bir de ne görelim arkadaşlarımız Ferhat Kortay, Necmi Önen, Mahmut Zengin ve Eşref Anyık kafa kafaya vermişler, acı acı bize bakıyorlardı. Ferhat Kortay hemşerimdi, elektrik mühendisiydi, samimiyetimiz vardı. Başucuna gittim. Eğildim, ‘Hocam bir şeyler söyle’ dedim. Dişleri kenetlenmişti. Tıslar gibi bir sesle zorlukla,
‘Bana türküyü söyle’ dedi.
‘Sevdalım’ adında çok sevdiği Kürtçe bir aşk türküsüydü bu.
Ben ağlayarak türküyü söylemeye başladım. Beni teselli etmek ister gibiydi. Ağlamamam için bana tebessüm etti. Tebessüm ederken yanaklarından etler dökülüyordu."
İşte Altan Tan’ın babası Bedii Tan bu cehennemden sağ çıkamayanlardandı.
Toplantı mekanına yaklaştığımda birden üşümeye başladım.
Akşam birden ayaza mı kesmişti yoksa düşüncelerimin alevinde mi üşüyordum?
İnsan bazen ne kadar sıkı giyinirse giyinsin yine de üşüyor.
İçeri girdiğimde Altan Tan, bir masanın etrafında birkaç kişiyle birlikte oturuyordu.
Salondaki parka bakan camın önüne çekildik.
Kitabından okudum ama şu babanın Diyarbakır cezaevinde yaşadıklarını bir de senden dinlemek istiyorum deyince, başladı anlatmaya:
"Biz babamla arkadaş gibiydik. Babam yüzünde devamlı tebessüm olan bir insandı.
Gençliğinde Risale-i Nur okurmuş, Diyarbakır’da ve Batman’da gazetecilik yapmıştı. Necip Fazıl Kısakürek’e büyük sempatisi vardı. Büyük Doğu Dergisi’ne makale yazardı. Entelektüel bir insandı ama son yıllarda ticari faaliyetlere ağırlık vermeye başlamıştı.
1980 öncesi PKK bütün işadamlarından zorla haraç alıyordu. Babamların da Kurtalan’daki şantiyesini basıyorlar ve oradaki şantiye şefi can korkusuyla şirketin parasını onlara veriyor. 12 Eylül’den sonra o PKK’lı yakalandı, itirafçı oldu ve kimden ne para almışsa, bunları haraç olarak değil, yardım olarak aldıklarını iddia etti. Bunun üzerine şirketin büyük ortağı Felat Cemiloğlu ve ardından diğer ortak olan babam gözaltına alındı. Babama çok işkence yapmışlar. İşkence yapıldığında bağırmaz, yalvarmazmış. İşkence yapanların gözlerinin içine bakıp tebessüm edermiş, onun bu tavrı da işkencecileri iyice çileden çıkarırmış.
1982 yılı temmuz sıcaklarının bastırdığı bir Ramazan günü…
Babam oruçludur.
O gün yine her günkü gibi akşama kadar betonda, üstleri çıplak halde dünyanın idmanını yaptırmışlar. . İftar vakti her nasılsa babamın oruç olduğunun farkına varmışlar. Kanalizasyon kapağını kaldırıp, al sana iftarlık dercesine bir avuç pislik yedirmişler.
Yetmemiş bir de insafsızca dövmüşler.
Babam yatağa düşmüş .
Gardiyan çağırınca da kollarına girip götürmüş, kafasından aşağıya bir bidon soğuk su boşaltmışlar, yere yığılmış. Kalkmasını emretmişler, duvarlara tutunarak güçlükle kalkmış. Kalkmasıyla beraber, gardiyan bir tekvando hareketiyle dönüş yapmış ve botunun tabanını babamın göğsüne indirmiş . Babam kafa üstü yere düşmüş . Karnına basarak bağırsaklarını ve böbreğini patlatmış. Babam, 33 No’lu koğuşa girdikten 33 gün sonra feci bir şekilde öldürülmüş.
Ben o günlerde Ankara’da üniversite öğrencisiydim. Babamın hapse girdiğini uzun süre annem benden saklamıştı.
Babamın ölümünden daha çok vahşice öldürülüşü hiçbir zaman unutulmayacak bir acı bırakmıştır ailemize."
Altan Tan’ın anlattıklarını dinleyince kanım donuyor. Bu insanlar, bu vahşeti yaptıktan sonra nasıl yemek yediler, akşamları çocuklarının yüzlerine nasıl baktılar, anlamak çok zor. Hangisini dinleseniz, hangisine dokunsanız, o günler hatırına düştükçe bu insanlar hala, bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorlar.
Diyarbakır Cezaevi’nden ana tahliyelerin olduğu 1984 yılı terörün patladığı yıldı. İçerde birer militan haline getirilen bu insanların %80’i o yıl dağlara çıkmıştı. O yıl bu yıldır dağlar bir türlü teröre doymadı. O kıştan sonra hiç bahar gelmedi o dağlara.
Bir şey yapmış olmak için camdan dışarı bakıyorum. Gurubun son kızıl ışıkları Çamlıca’nın sokaklarına hüzünlü gölgeler bırakarak çoktan kaybolmuş.
Gece, karşı parktaki ağaçları siyah şalı altına alıyor, her bir nesne gözlerden usul usul silinirken, geçmişte yaşanan acılar hafızalarımızda yeniden canlanıyor.
Düşünüyoruz, bütün bunlar Diyarbakır’da oluyordu.
Bütün bu acılar, sonsuz taşında toprağında uzun asırların ve çeşitli medeniyetlerin buluştuğu, insan yüzlü bereketli toprak ve taşından irfan fışkıran şehirde yaşanıyordu.
Şimdi neden bazı insanların karakolda bir gün iki gün daha fazla misafir edildiğini, daha erken mahkemeye çıkarılmadığını, onlara haksızlık yapıldığını tartışıyoruz.
Doğru hiç kimse haksızlığa uğramamalı.
Hele işkence asla!
Acının hafızası yoktur.
Ama yine de insan düşünmeden edemiyor,
dört yıl boyunca işkencelerden işkence beğenen, bedenlerinden önce ruhları ezilen, onlar da insandı.