Odessada Akşam
Soylu bir bahar akşamı…
Gün boyunca süren, Diyalog Avrasya Gençlik Formu toplantısının ardından kendimizi gizemli şehrin sokaklarına bırakıyoruz.
Odesa’da gün battı, batıyor.
Sokaklarında koloni mimarî tarzının yanı sıra, yer yer Fransız ve Alman etkisi de görülen bu güzel şehir, devrin değişmesinin getirdiği makus talihten mütevellit yoksullukla; giysileri artık yer yer yıpranmış ve biraz solmuş olsa da asil duruşundan hiçbir şey kaybetmeyen düşkün bir kontesi andırıyordu.
Soylu bir kadın ruhu taşıyan bu güzel şehir biraz hüzünlü, biraz eksik, biraz yorgun ama asildi.
Sadova Meydanı’ndaki görkemli kilisenin çanı ardı ardına yedi kez vuruyor.
“Saat yedi” diyor yanımızdakilerden biri.
Meydandaki turistik eşya satıcıları birer ikişer toparlanıyor.
Çoğu yaşlı kadınlardan oluşan bu satıcılar, mini tezgahlardaki eşyaları akşamın soğuğunda üşüyen elleriyle birer ikişer yerlerine yerleştirirken , son bir umut ışığının yanıp söndüğü gözleriyle de, evin yolunu tutmadan önce bir şeyler daha satabilir miyiz düşüncesiyle bizleri kesiyorlar.
Yanımdakilere; “Satıcıların çoğu yaşlı kadınlar” diyorum.
Odessada yaşayan birisi, milyonlarca yaşlının evlerinde bir başına yaşadıklarını söylüyor.
Çoklarının yalnızlığı evlatlarının olmayışından değil.
Anne-babası sağken öksüz yetişen nesiller, yaşlandıklarında yalnız ve yetim bırakıyorlarmış anne-babalarını.
Bu insanlar akşam evlerine gidecekler. Birkaç kapıyı açıp kapayarak, yapayalnız bir eve girecekler, elektrik düğmesini kendileri açacaklar. Otura- kalka kendilerine bir kaşık yemek yapacaklar, yiyecekler ve sonra da bir başına öylece oturacaklar.
Yalnızlık bir anıt gibi yükselecek gölgelerin oynaştığı ıssız evlerin içinde. Bunlar dışarı çıkabilenler, üç-beş kuruş da olsa kazanabilenler.
Ya bir de takatı buna da yetmeyenler…
Ağrılar ve sancılar içinde evinde kıvrananlar…
Günler sonra evinden taşan kokudan öldüğü anlaşılan insanlar…
Evlerinde bir başına yaşayan elden ayaktan düşmüş bu insanların en büyük şikayetleri her halde evlatlarının vefasızlığı, ilgisizliğidir diye düşünüyorum. Bu insanlara “yeniden düyaya gelseniz ya da yirmili yaşlarda olsanız ne yapmak istersiniz?” diye sorulsa herhalde “sıcak bir aile yuvası kurarak vefalı evlatlar yetiştirmeyi arzu ederdik” diye cevap vereceklerdir.
Ne yazık ki dünyada pek çok ülkelerin böyle olmasından karamsarlığa kapılsam da gün boyunca süren gençlik formunda Avrasyalı gençlerin sahip oldukları yeni fikir ve ortaya koydukları vizyondan yüreğim umutla doluyor.
Hiçbir ilmi konferansı o güne değin sonuna kadar dinlediğimi hatırlamıyorum. Ama Avrasya gençlerinin konuşmaları, hala savaşların, acıların ve devrimlerin yorgunluğunun kabusunu yaşamakta olan Avrasyanın geleceği için bana umut veriyor.
İçimde bir değil, binlerce kıvılcım birden parlıyor.
Bir kere daha anlıyorumki ışık yine doğudan doğacak ve Avrasya gönlünü sevgiye adamış gençlerin omuzlarında dirilecek.
Gün batımına doğru kendini daha bir hissettirmeye başlayan Karadenizden gelen tatlı bir bahar poyrazı bizi tarihi Potemkin Merdivenlerine alıp götürüyor.
Çarlık Rusyasının zülmüne karşı kıvılcımlanan özgürlük ateşinin yükseldiği 193 basamaklı merdivenlerin en alt basamağına kadar iniyoruz.
Karadeniz büyük bir sinema sahnesi gibi siyah perdesini gözlerimin önünde açıyor.
Ayzinziştayn’ın o muhteşem filmi geliyor ekrana.
Potemkin zırhlısındaki insanlık dışı şartlar altında çalışan denizcilere zorla kurtlu et, bu etten yapılan çorba ve yemeyenlerin güvertede kurşuna dizilme sahneleri görünüyor ilkin.
Çarlık bayrağı parçalanıyor ve Kızıl bayrak, Potemkin Zırhlısı’na çekiliyor.
Odessa halkı denizcilere destek vermek için bir sel gibi merdivenlerden gemiye doğru akmaya başlıyor.
Çarlık askerleri kalabalığa ateş açıyor.
O yılankavi merdivenlerde üst üste bindirilen insan seli, birbirini ezerek kaçmaya çalışan çaresiz insanlar, basamaklardan yuvarlanan cesetler, sel olup akan kanlar, Karadeniz’in hırçın dalgalarına gömülüp giden feryatlar, ağıtlar, bağırtılar karışıyor akşamın alacasına.
İki ayağı da olmayan birinin ellerini ayak yaparak oradan oraya zıplayarak kaçmaya çalışması, küçücük çocuğu öldürülen gözü yaşlı ananın kendini kurşunlara siper etmesi, vurulan oğlunu kollarına alarak askerlere doğru yürüyen ananın feryadı Karadenizin serin sularına karışıyor.
Hele bir annenin, beşikteki yavrusuyla kaçmaya çalışırken yüz doksan üç basamaklı merdivenin en yukarısında kurşunlara hedef olması, ağır ağır yere yığılması, bebeğinin beşiğine yaslanması, yaslandıkça cansız bedenin beşiği itmesi, hiçbir şeyden haberi olmayan mavi gözlü sevimli bebeğin göklerden düşen bir melek gibi tıngır tıngır merdivenlerden yuvarlanması ve annesinin ölü gözlerle arkasından son bakışları bir hançer gibi saplanıyor yüreğime.
“Ah Odessa Merdivenleri! O mavi gözlü bebeğin yuvarlanmasına izin vermemeliydiniz” diyorum.
Akşamın melali çöküyor Potemkin merdivenlerine. Güneşin gurubuyla birlikte hava buz kesiyor, Karadeniz iyice hırçınlaşıyor.Gözlerim kararıyor. Resimler bir görünüyor bir kayboluyor.
Üzerimdeki ceket artık beni korumuyor.
Üşüyorum.
Kendimi bir an evvel sıcak bir yere atmalıyım. Biraz daha burada kalırsam zangır zangır titremeye başlayacağım.
Gökyüzüne doğru yükselip giden basamakları çıkmaya başlıyorum.
Bir birbirini ezerek kurşun yağmurlarından kaçan kalabalık üstüme üstüme geliyor.Feryatlar, bağırışlar, ağıtlar arasında kalıyorum. Elleri üzerinde yürümeye çalışan ayaksız bir adam çıkıyor bir anda karşıma. Ne yapacağımı şaşırıyorum.
Beşiği ile birlikte yuvarlan bir bebek üzerime doğru geliyor, tutmaya çalışıyorum, tutamıyorum. Kayıp gidiyor ellerimin arasından.
Biraz kırgın, biraz dargın gibi mavi gözlü bebek. “Ben size ne yaptım ki başıma bunlar geldi, ben sizin dünyanızda olmak istemiyorum, anama gitmek istiyorum,” der gibi bir hali var.
Bu mavi gözlü masum bebeğin bakışları yüreğimi eziyor. Gün boyunca insanlığın ortak proplemlerini konuştuğumuz Avrasya insanıyla yolların bizi getirdiği bu son kader denk noktasında buluşmaya, konuşmaya,kucaklaşmaya mecbur olduğumuzu bir kerre daha derinden hissediyorum.
Çünkü önceki nesillerin hayal bile edemediği kadar iç içe geçmiş bir kürede yaşıyoruz. Bu ortamda eskiden aralarında düşmanlıklar bulunan milletler dahi birbirlerine yaklaşıyor, hatta Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi bütünleşiyorlar.
Bu kadar iç içe geçen dünyada barış, istikrar ve refah sağlamak ise, artık sadece devletlerin değil aynı zamanda toplumlara ve bireylere de düşen bir görev olduğunu düşünüyorum.
1905’lerde bu merdivenlerde yaşananlar, beni geçmişin acılarıyla yüzleştiriyor. Ne yazık ki dünyamız geçtiğimiz yüzyılda pek çok savaşlara ve çatışmalara sahne oldu. Ancak eğer bu acı olaylara liderlik eden devlet adamları henüz genç oldukları yaşlarda birbirlerini tanıma, bir masanın etrafında oturup sohbet etme, birbirinin kültürel değerlerini paylaşma imkanı bulsalardı, her şey çok daha farklı olurdu.
Yukarıdan bakınca bütün basamaklarını bağrına çekmişçesine, denize kadar uzayan teraslanmış dik bir yamaç gibi sadece onlarca sahanlığı görünen, aşağıdan bakınca da basamak basamak gökyüzüne doğru uzayıp giden Potemkin Merdivenleri’nin en tepesinden ülkeme doğru bakıyorum.
Türkiye ile önemli kültürel ve tarihsel bağları olan Avrasya ülkelerinin, bizler için çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bu ülkeler ile Türkiye arasındaki tarihsel ve kültürel köprü, ne yazık ki 20. Yüzyılın siyasi şartları nedeniyle uzunca bir süre tıkanmış idi. Ancak 90’lı yılların başından itibaren duvarlar yıkıldı, sınırlar açıldı ve bizler de Avrasya’nın ruhuna, geçmişine ve geleceğine inanan insanlar olarak diyalog köprülerini yeniden kurmak için yollara düştük.
İyi ki Aytmatov’un öncülüğünde Avrasya’nın bilge insanlarıyla Diyalog Avrasyayı kurmuş ve iyiki barışın yollarına düşmüşüz diye düşünüyorum.
Bir dönem, o en yakıcı mavi gözlerinde özgürlük alevleri tutuşan soylu şehirde gün yerini geceye bırakıyor.
Ağaçlar, kuşlar, sular akşamın özgürlüğüne salıyorlar kendilerini.
Sovyetler dönemine kadar, yüzlerce yıl Rusya ve Orta Asya’dan hacca gidecek Müslümanların uğrak yeri olan Hacı Ağa konağı, sahil boyunca uzanan geniş parkın en ucunda bir hayalet gibi öylece duruyor.
Akşamın alaca karanlığında, elini gözlerine siper ederek uzaklardan gelecek evlatlarını gözleyen hasretten bağrı yanık bir ana gibi ufka bakan yüzüyle hala yolcularını bekler bir hali var.
Taşların ve kayaların arasından fışkıran, Karadeniz’in hırçın mavi sularından püsküren, kış yorgunu ağaçlardan dökülen, soylu şehrin sokalarından tatlı bir esintisi gibi yayılan baharları hissediyor yüreğim.
Sadova Meydanı’na geldiğimde görkemli kilisenin çanı ardı ardına sekiz kez vuruyor.
Yağmur yüklü bulutlar gökte kendini zor tutuyor. “Odesa… Güzel gözleri melal dolu şehir, ne olur! Ben burada iken bırakma göz yaşlarını” diyorum.
Seyyra satıcılar çoktan gitmiş. Akşamın melali çökmüş Sadova Meydanına.
Daha biraz once mini tezgahlardaki eşyaları akşamın soğuğunda üşüyen elleriyle birer ikişer kutulara yerleştirmeye çalışan çoğu yaşlı kadınlardan oluşan, o turistik eşya satıcıları evlerine vardılar mı acaba?
Şimdi ne yapıyorlardır bir başlarına?
Akşamın melali Sadova Meydanı’na ve şehrin sokaklarına çökerken, benim yüreğime de o yalnız insanların hüznü çöküyor.