O gunler guzel gunlerdi
Bir zamanlar, Harbiye’deki Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’na her kesimden konuklar uğrar, onlarla uzun uzun sohbetler ederdik.
Doyumsuz sohbetlere sahne olurdu o mütevazı mekan.
Halit Refiğler, Cem Karacalar, İlber Ortaylılar, Mehmet Aydınlar, Hayreddin Karamanlar, Mete Tuncaylar, Ümit Meriçler, Ali Bulaçlar, Hüseyin Gülerceler, George Maroviçhler…
Birlikte görev yaptığımız arkadaşlarımız yürektendi.
O günler güzel günlerdi.
O konukların en unutulmazlarından biri hiç şüphesiz, geçen hafta aramızdan ayrılan İstanbul Vatikan Temsilcisi George Marovıch’di.
Vatikan temsilciliği hemen arka sokağımızdaydı. Şişli’nin sempatik başkanı Mustafa Sarıgül, bu sokağın adını “Papa Roncalli” sokağı olarak değiştirmiş ve güzelleştirmişti.
Bu sokakta uzun yıllar oturan ve bir İstanbul sevdalısı olan Papa Roncallı’yi; “Türkleri seviyorum, uygarlık yolunda bir yeri olduğunu bildiğim bu halkın doğal niteliklerinin değerini takdir ediyorum.” Sözlerini günlüğüne düşen bir insan olarak hatırlıyoruz.
George Marovıch onun önemli takipçilerinden ve hayranlarından biri idi.
Beyaz bir gömleği ve siyah takım elbiseyi özenle taktığı kravat tamamlar, beyaz saçları ona ayrı bir olgunluk verirdi.
Haline tavrına derin bir nezaket, duyarlılık, vazife duygusu ve tevazu hâkimdi.
Harbiye’nin o daracık arka sokaklarındaki bütün dükkân sahipleri ona özel bir saygı duyardı.
O herkese selam verir, onların hal ve hatırını sorardı.
Çocuklar bile onu görünce “Marovich Dede” nasılsın diye sevgi gösterisinde bulunurdu.
O ruhundaki yüceliklerle bu saygıyı fazlasıyla hak eden bir insandı.
Hikmet dolu sözleriyle yüreklere dokunurdu.
2000 yılı Nisan’ında Urfa’daki “Harran Buluşmaları” toplantısında yaptığı konuşmayı hala hatırlarım. Dünyanın ilk üniversitesinin kalıntıları arasında icra edilen açılış toplantısında tatlı bir rüzgâr, Harran Ovasının topraklarından devşirdiği tozu toprağı kalabalığın üzerine boca ederken, her daim giydiği siyah elbiselerin üzerinde de tozlar birikmiş olduğu halde çıkmıştı kürsüye.
“Allah’ım! Nasıl ki bu bahar günü, bizim üstümüzü başımızı Harran’ın tozu toprağı ile örttün, aynen öyle de geçmişte atalarımızın ve bizim işlediğimiz günahları da öylece ört ve yaşlı dünyamıza son da olsa bir bahar yaşat!” sözleri, gönüllere biriken tozu toprağı silip süpürmüştü.
Allah’a karşı çok derin bir saygısı vardı.
Bazen biz namaz kılarken kendince bizim ibadetimize katılırdı.
“Ben biliyorum, Müslümanlar seher vakti kalkıyorlar ve Allah’a ibadet ediyorlar, onların dualarına dualarım karışsın diye ben de o saatte kalkıyorum” derdi.
İstanbul’da semavi dinlerin liderlerinin bir araya gelmesinden, barış duaları yapmalarından, karşılıklı iftarlar vermelerinden son derece mutlu olurdu.
“Asrımızın çağdaş Mevlana’sıdır” dediği Fethullah Gülen Hocaefendi’yle Vatikan yolculuğunda birlikte olduğu için, 28 Şubat sürecinde tanık olarak mahkemeye çağrılmıştı.
Hayatında ilk defa hâkim huzuruna çıkacak olan bu masum insan, mahkemenin ön akşamında oturduğu evin bahçesinden bir demet gül keserek bir vazoya kor ve gece boyunca loş ışıkların aydınlattığı ibadet odasında derdini o güllere döker;
“Ya Rabbi Hz. İsa (as) ile Hz. Muhammed (sav) cennette şimdi el ele tutuşmuş, meleklerle beraber yürüyorlar, öyleyse biz neden Müslüman kardeşlerimizle el ele tutuşmayalım. 2000 yıl önce Havariler, Hz. İsa (as) davası için: ‘Allah’ım bizi şahitlerden yaz’ demişlerdi. Benim şahitlik yapacağım Zat da, İsa meşrep, Hz. İsa (as) gibi çok ağlıyor, az gülüyor. İnsanlar onu da anlamadılar. Hem onun da Hz. İsa (as) gibi evlad-ı iyal derdi yok. Ama bütün insanlığı evlatları gibi kucaklayan bir yüreği var. İşte ben de bugün o büyük zata layık, şu beyaz saçlarım gibi apak, bir şahitlik yapmalıyım. Allah’ım! Heyecanımı gider, dilimi çöz, şahitliğimi kabul eyle! Ey boynu bükük güllerin sahibi! Bana yardımcı ol, ol ki sevgi çarmıha gerilmesin.”
Ertesi gün hâkimin;
“Fethullah Gülen’i nereden tanıyorsunuz” sorusuna;
“Ben onu önce basından tanıdım. Sevgiden, inanç ve kültürler arası diyalogdan bahsediyordu. Bir gün kendisini ziyaret ettiğimde daha yakından tanıma fırsatı buldum. Bundan sonra onu daha çok sevmeye başladım. Hâkim Bey, sevgi ve hoşgörü esasına dayalı gerçek İslamiyet’i, biz ondan öğrendik. O Hıristiyan cemaatimizi çok etkiledi.
Hâkim Bey, o bize İslam’ı sevdirdi. O bize Hazreti Muhammed’i sevdirdi.”
O günlerde bu sözleri söylemek yürek isterdi. Ama tarihe karşı tanıklığını yapmış ve görevin sorumluluğundan asla kaçmamıştı. Ülkenin umut ve düşlerinin bir darbeyle savrulduğu günlerde o dimdik ayakta durmuş, eğilmemişti.
Hemen her yaz Roma’ya giderdi.2007 Yazı’nda Roma Garı’nda geçirdiği talihsiz tren kazasından sonra bir daha ayağa kalkamadı.
Beş yıla yakın Şişli Pangaltı’daki Artigiana Huzurevinde kaldı.
Zaman zaman uğradığımızda her geçen gün bir mum gibi biraz daha eridiğine şahit olurduk.
Ölgün bir gülümsemenin belli belirsiz canlandırdığı yüzü her geçen gün biraz daha çöküyordu.
Bir zamanlar, her toplantıda gözlerimizin kendisini görmeğe alıştığı ve o toplantılarda yaptığı konuşmalarla insanların gönüllerine tatlı esintiler salan bu bilge insan tedavisinin de yapıldığı bu huzurevinde bir başına tam beş yıl kaldı.Bazen “bu günkü duamızı okumadık” der ve çekmecesinden çıkardığı Cevşen’den dua okurdu;
“Ey, sıkıntı ve acı içinde kıvranan kullarına derman yetiştiren! Ey gam ve kedere boğulmuş ruhları feraha kavuşturan! Ey mahzun gönülleri sevince gark eden Allah’ım! Senden başka ilah yok ki bize imdat etsin.”
Son uğradığımızda, iyice zayıflamış, mecali çekilmiş, nurani elleriyle elimizi tuttu ve uzun uzun gözlerimizin içine baktı.
O gözlerde sevgi, o gözlerde huzur vardı.
Aradan birkaç gün geçmişti ki hastaneye kaldırıldığını öğrendik.
Yoğun bakım odasına girdiğimizde cihazlara ve hortumlara bağlı yatıyordu. Kendinde değildi.
Acıların avucunda sıktığı bu nur yüzlü insan, sert tipilere daha fazla direnemeyen, ezildikçe kokusunu salan beyaz bir manolya gibi beyaz örtüler içinde yatıyordu.
Yüzünde, yorgun bir savaşçıya yakışan tatlı bir takatsızlık vardı.
Başında öylece durduk.
Rüyasında melek görmüş bir bebek kadar masum ve nurani yüze uzun uzun baktık.
Dünyaya lazım bu insanın artık dünyamızla bir ilgisi yoktu.
Gözlerini ötelere dikmişti.
Sanki, yoğun bakım odasının her bir köşesine yerleştirilmiş ekolu hoparlörler, ölüm çığlıkları atıyordu.
Tek kelime konuşamadan yanından ayrıldık.
Haber beklemeye başladık.
O gecenin sabahında geldi o haber;
“Mönsönyör
Maroviçh Hakk’a yürüdü.”
O bu toprağın insanıydı. Bu toprağı da, bu toprağın insanını da çok seviyordu.
Bir toprağı sevmenin ve hissetmenin en güzel yolu ona bedenini vermek değil midir?
O, bu topraklara hem yüreğini hem bedenini verdi.
***
Bir zamanlar, Harbiye’deki Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’na her kesimden konuklar uğrar, onlarla tatlı sohbetler ederdik.
Halit Refiğler, Cem Karacalar, Gerge Maroviçler…
Şimdi hiç biri aramızda değil.
Onların aramızda olduğu günler güzel günlerdi.