HARUN TOKAK

O Bir Enderun Beyfendisiydi

Dünyayı cennete çeviren nisanın son günleri… Ortalık bahar ve çiçek kokuyor…

Ay ışığı altında parlayan çiçek kokulu bir bahar gecesi, yeni gün doğumunun aydınlıklarına doğru koşuyor.

Ömrü hep zirvelerden boşanan coşkun sular gibi koşarak geçen, Enderun beyefendisi Yaşar Tunagür Hoca, gecenin bir vaktinde Marmara Denizi’ne nazır bir hastane odasında koltuğunda oturuyor.

Yapılacak daha çok iş var, der gibi derinlerden bakan siyah gözlerde sabah taburcu olacak olmanın sevinç pırıltıları.

Beyaz ipek gibi güzel ve kırışıksız bir yüz, simsiyah kalın kaşlar, arkaya taralı kırçıl saçlar, beyaz kumral sakalın tam ortasında kaşlarla tatlı bir ahenk oluşturan siyah bir hare…

Seksen iki yaşına karşın parlak ayışığı vurmuş yemyeşil bir çınar tazeliği ile sabahı bekliyor.

Gelini Ayşe Hanıma;

“Kızım çok terledim bir fanila ver de üstümü değişeyim”  diyor.

Gelini yardımcı oluyor üstünü değişmesine.

Gece bahar ve çiçek kokuyor.

Yasak devir beyefendisinin ömrü bir sinema şeridi gibi geçiyor gözlerinin önünden…

Babası, kendisini hafız yaptığı yıl sanki; “Oğlum! Sana karşı görevimi yerine getirdim işte ben gidiyorum” der gibi yedi yaşında bırakıp gitmiştir onu.

Yetmiş beş yıl babasız yürümüştür yolları.

Lisede Nihat Sami Banarlı’dan edebiyat, Faruk Nafiz Çamlıbel’den Türkçe Dersleri aldığı, Hüsrev Hoca’dan Arapça okuduğu; Kabataş Lisesi’nde okurken Boğaz’ın serin sularına seccadesini sermiş bir derviş gibi duran Ortaköy Camii’nde on-on beş kişiyle Cuma kıldığı günler gelir hatırına.

Sonra, 1946 da yedek subay olarak gittiği İzmir günleri…

Hafta sonları üzerindeki üniforma ile namaz kılmak için cami ararken yolunun Kestane Pazarı Camii’ne düştüğü, namazdan sonra on kadar talebenin , zarif , sakin, mehib bir hocanın etrafında hemen halka olup hafızlık çalışmaya başladığını görünce üzerindeki subay elbisesi ile;

“Ben İstanbul’dan Hüsrev Hocan’ın talebesiyim izin verirseniz ben de derslerinize devam etmek istiyorum” dediği günler…

Sonraki yıllarda ilim ve irfan hayatının bir meşale ormanı haline gelecek olan  “Kestane Pazarı”nin evlerde ilk mobil meşalesini tutuşturduğu  o tatlı, o çileli günler…

Yirmi seneye yakın Allahüekber lafzını duymamış insanların 1950’de ezanın yeniden dönüşünü duyunca heyecandan tir tir titrediği, Sultan Ahmet, Beyazıt, Yeni Cami üçgeninden ve diğer camilerden yükselen seslerle insanların hıçkıra hıçkıra ağladığı günler…

1953’te tayin olduğu Ezine müftülüğü günlerinde meyhanelere kadar giderek camiyle cemaatle uzaktan yakından ilgisi olmayan insanların kahvesini içtiği ve sonra da onlara;

“Bakın bir gün hepimiz öleceğiz, cenazelerimiz camide yıkanacak ama yıkayacak kimse bulmayacağız, burada bir hafızlık kursu açmak istiyoruz” dediği günler…

Sonra Balıkesir yılları…

Zağranos Paşa Camii’nde yapılan ateşin konuşmalar.

Beş-altı bin kişi alan Zağranos Paşa Camii’ne cemaat sığmadığı için diğer camilere de hat çekildiği, kadınlar da dinlemek isteyince evlere kaçak hatlar çekildiği coşku dolu günler…

Nasıl da bir canlılık gelmişti şehre…

Siyah sakal, siyah saçlar, siyah gözlük, zarif giyim…

Şehirde Yaşar Tunagür rüzgarının estiği o sıra dışı günler…

Bir bayram vaazında; “Bayramdan bayrama camiye gelenler de benim kardeşimdir” deyince, sarhoşlardan birisin kafasını sütuna vurduğu günler…

Sonra Edirne günleri…

Koskoca Selimiye’de 10-15 kişinin Cuma kıldığını görünce;

“Edirne demek Selimiye demektir, Selimiye fethin sembolüdür” diyerek işe koyulduğu, o zor fakat zevkli günler…

Birkaç ay sonra köylerden, kentlerden otobüslerle gelen insanlarla ulu mabedin dolup taştığı, Caminin yanındaki arastanın bile yeniden açıldığı, dükkanların yeniden canlandığı,  pazarların kurulmağa başladığı, sadece Selimiye’nin değil etrafının da şenlendiği; üzerine bahar dökülmüş toprak gibi, camilerin  ve cemaatin kıpırdamaya, canlanmaya başladığı günler…

O yıllarda Üç Şerefeli Camii’nin imamı olan Fethullah Gülen Hocefendi’yi, bir gurup insanla birlikte  trene bindirip askere uğurladıktan sonra arkasından; ” Üç Şerefeli Camii’nin penceresinde bir evliya yattı ama kimse fark etmedi” dediği günler…

Ve yeniden İzmir günleri…

İzmir halkına bir bahar feyzi gibi gelen Kestane Pazarı vaazları, Kur’an  kursu öğrencileri ile geçen  bereketli günler,  imam-hatipe gelemeyen çocuklar için  kolej fikrini ortaya attığı günler; şimdilerde sayıları binleri aşan,  mazlum milletlerin  şafak pırıltısı okulların ilki olan Fatih Koleji’nin 1965’de bir cemre gibi toprağın bağrına düştüğü günler…

Bir gün devletin radyosundan Ku’ran ve din aleyhinde olur olmaz sözler duyduğunda;

“Tüyü bitememiş yetim hakkıyla toplanan vergilerle kurulmuş bir müessese nasıl milletin inançlarına saldırabilir bu zulümdür” diye kükrediği, açığa alındığı, maaşının kesildiği günler…

Sonraları dünya çapında hizmetlere imza atacak olan ‘okul adam’ Hacı Kemal Bey’in; “Korkma hocam! Bir şey yapamazlar” diye teselli ettiği, devletin dine dargın olduğu nazik günler…

1965′ de Diyanet İşleri Başkan yardımcılığına tayini çıktığında Kestane Pazarı Camii’ndeki son vaazında;

“Ben ayrılıyorum hakkınızı helal edin, benim ayrılmama üzülüyorsunuz ama üzülmeyin ben yerime birisini göndereceğim,  onu tanıyınca ve onu bu kürsüden dinleyince, ne olur Allah aşkına beni o zaman unutmayın.” diye ağladığı o hicranlı ve fakat güzel günler…

İlk iş olarak Edirne’de tanıdığı genç Fethullah Gülen’i İzmir’e gönderip, sonra da; “Ömrümün en güzel işini yaptım, başka hiçbir şeyim olmasa bu bana yeter” dediği Ankara günleri…

Bir Ramazan akşamı Mehmet Zahit  Kotku Hoca ziyaretine geldiğinde oğlunun evde tam 147 çift ayakkabı saydığı, yapılan on beş-yirmi kişilik yemeğin herkes doyduktan sonra arttığı o bereketli günler…

Yükseliş Koleji’nde kalabalık bir cemaatle kılınan teravihler…

Kocatepe Camii’nin duvar duvar, kubbe kubbe yükseldiği yıllar…

1971’de Doğan Avcıoğlu, Ali Sirmen, Mümtaz Soysallarla aynı koğuşta kaldığı, hapishanenin penceresinden gökyüzünde uçan uçakların içinde olmaya özendiği tutsak günler…

Yıllar önce İzmir’de tutuşturduğu okul meşalesinin 1993’te   Özal’la birlikte  gittiği son Orta Asya gezisinde, Asya bozkırlarında bir meşale ormanı haline geldiğini görünce  ” Artık bozkırda bahar uç vermiş” diyerek sevincinden göz yaşlarını tutamadığı, Ahmet Yesevi’nin dergahında Özal’la birlikte ağladığı günler…

‘Hüzne doğan bir kır çiçeğidir o.

En fırtınalı gecelerde yıldırımlarla savaşan, bağrında bahar barındıran basiretli bir çınardır o.

Hüzne doğan kır çiçeği gibi odasında sabahı bekliyor.

Gece çiçek ve bahar kokuyor…

Gelini Ayşe Hanım gecenin o saatinde hizmetindedir.

Bir ara; “Kızım çok terledim bir fanila ver de üstümü değişeyim”  der.

Üstünü değişir.

“Kızım! Bir yerlerden bir esinti geliyor”

Ayşe Hanım, acaba açık bir pencere mi var diye kayınvalidesinin yattığı yan odaya geçer.  Kayınvalidesi odanın loş ışığına başını yaslamış uyumaktadır.

Pencereler kapalıdır ama yine de Pakize Hanım’ın rüyasında bir çocuk düşer pencereden. Bir iç ürpertisiyle doğrulur kalkar.

Ayşe Hanım geri döndüğünde bir de bakar ki koltuğunda oturan kayınbabasının, bir ömür boyu geleceğin aydınlıklarına doğru yürüyen insanların önünde umut bayrağını taşıyan kolu yan tarafa düşmüş, diğer elini de kalbinin üzerine koymuş;  “kalbim” diyerek inlemektedir.

Koridora koşar; “Yetişin” diye inler. O koridora koştuğunda günlerdir kapıda kişneyip duran ecel atı, sanki kapının açılmasını bekliyormuş gibi içeri dalar.

Ah! Ortalık ölüm kokuyor.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.