HARUN TOKAK

Işık doğu’dan gelir

Van Gölü’nde gün batımı… Efsanevi gölde, güneşten değil, kendi içinden taşan, yükselen ve yamaçlara yayılan tatlı bir aydınlık var. Fondan ışık vuran bir kızıl ebru gibi, renk püskürüyor. Sıcak ve yağmurlu bir yaz akşamının kızıl kızgın gün batımı gölün ortasında gittikçe kızıllaşarak tamam oluyor.

Kadim dostlarla birlikte çiçek bahçesi Serhat Koleji’nin revakları önündeyiz.

Etrafımızda bahar çiçekleri çocuklar.

Gün, sarı saçlarını sodalı kızıl sularda yıkamaya durmuş.

Yıllar önce görev yaptığım Doğu’nun şirin şehrindeki o güzel günler gelip oturuyor içime.

Ömrümün en bereketli günleri kabul ettiğim o yılların hicran ateşinin çıtırtılarını duyuyorum, yüreğimde.

Koşmaları Van’ a sığmayan hizmet sevdalı Doğu Küheylanları’nın peşinden Sümbül Dağları’na, Şemdinli vadilerine, Rahva Ovaları’na, Emrah ile Selvi’nin diyarlarına sürüklendiğim o güzel günler…

Hakkari yolunda, yolumuzu kesen başları poşulu, elleri kalaşnikoflu insanları görünce, arabayı kullanan kardeşimizin ölümün soğuk nefesinin yansıdığı titrek sesiyle "duralım mı yoksa kaçalım mı?" dediği, alacakaranlık akşamları…

Karlı bir kış gecesi Erciş dönüşü bozulan arabamızın başında soğuktan ve korkudan kadınların, çocukların gözyaşı döktüğü gece yarıları…

Gün kavruğu çocuğunun elinden tutmuş ‘Poşulu Amca’ hüzünden bir abide gibi yine gelip duruyor, önümde.

"Alın bu oğlumu, alın! Yatacak yer de istemez, ranza da… Yeter ki alın, alın ki dağlar almasın"

Bu gamlı gurup vaktinde gökte bulutların bile gözü yaşlı.

Ağaçlar, acıdan saçını başını yolan analar gibi bir o yana bir bu yana yıkılıyor.

Kan kokan rüzgar da gittikçe ağıtlaşıyor.

Şemdinli şehitlerimiz al bayraklara bürünmüş kızıl ufuklarda yavrularına, yuvalarına uçuyor.

"Anne ben geldim!" demek için, analarının yüreklerine dağlar kadar acılar bırakmak için, son defa sevdiklerini görmek için, kendisi sarılamasa da, sevgilisinin, yavrusunun kızıl bedenine sarılması için.

Gam doluyor yüreğime.

"Acaba, Poşulu Amca’nın oğlu da var mıydı kurşun sıkanlar arasında?" diye düşünürken; birden her bir gönle yetecek Doğu’daki bu hüzünlü yaz akşamında, Van Kalası’nın üzerinde bir başında duran bir adama mıhlanıyor gözlerim.

‘Yüreği dertle ezgin,

‘Duyguları pek engin’ bir adam.

Ağlama taşının üzerine oturmuş sarsıla sarsıla ağlıyor.

Akşamın kızıl ışıkları şavkıyor yüzünde.

Bir başına, etrafında hiç kimsecikler yok. Yorgun, bitkin bir hali var. Elli’li yaşlarda gösteriyor ama kendini yüz yaşında gibi hisseden biri gibi duruyor. Belli Cihan Harbi’ni görmüş.

Elini yanağına dayamış düşünüyor.

Kendi acılarına hiç aldırdığı yok gibi. Başkalarının günahına ağlayan, başkalarının acılarına yanan bir hali var.

Hüzünlü bir kuğu yalnızlığı onunki.

Akşamın bu alaca karanlığında bir başına bu taşın üstünde oturduğuna göre kimi kimsesi evlad-ı ıyali, evi barkı olmamalı.

"Ateş düştüğü yeri yakar derler" ya, sanki dünyanın bütün ateşleri üzerine düşen, kayaların bağrına kök salmış ulu bir çınar gibi kızıl ışıklar arasında öylece çevresine ışık saçıyor.

Onca esaret yıllarında içinde büyüttüğü vatan özlemi, onu bu perişan yurda düşürmüş olmalı.

"Madem bir gün öleceğim öyleyse vatanımda öleyim" diyerek, İstanbul’un şaşalı hayatını bırakmış veVan Kalası’nın tepesini mekan tutmuş.

Daha yedi- sekiz yıl önce ders okuttuğu medresesi, eski Van’ın bütün evleri gibi enkaz yığını halinde duruyor şimdi karşısında. Talebeleri geliyor gözlerinin önüne, çokları şehit olmuş, bir kısmı da gurbet ellerde vefat etmiş olan talebeleri…

Ağlama taşının üzerinde kendini tutamıyor, sarsıla sarsıla ağlıyor.

Geçmişi bütün bir berraklığı ile hatırlıyor, belli ki hayali çok kuvvetli. Etrafında hiç kimse yok ki onu o halinden çekip, kurtarsın.

Ermeni mahallesi hariç Van’ın bütün hanelerinin tahrip edildiğini görmek öyle rikkatine dokunmuş olmalı ki bin gözü olsa bini ile birlikte ağlayacaktır.

Pek çoğu hunharca öldürülen, geride kalanları da çoluk çocuk, karda -kışta sürgünlere gönderilerek gurbet illerde mahrumiyet içinde vatan hasretiyle ölüp giden o insanlar, onun dostları ahbabları olmalı.

Yuvası bozulmuş, yavruları öldürülmüş yaralı bir kuş gibi günün son kızıl ışıklarında sevdiklerinden ayrı, uzaktan yere çökmüş bir deveyi andıran yekpare bir taşın üzerinde öylece duruyor.

Karşısındaki müthiş manzara dünyanın faniliğini haykırıyor.

Her sabah bir meleğin, "Ölmek için doğuyorsunuz, harap olması için evler yapıyorsunuz" nidasını kulakları ile değil de gözleriyle işitiyor sanki.

Üzerine oturduğu yekpare taş gözlerinin önündeki eski medresesi ile birlikte bütün medreselere ve ölmüş olan Osmanlı’ya bir mezar taşı gibi duruyor.

Yerde yatan taşlar, yıkık duvarlar, mezarlarında talebeleri de onun ağlamasına eşlik ediyor.

Bir zamanlar birlikte olduğu talebelerinin, dostlarının gezip dolaştığı, eğleştiği bu yerleri perişan bir halde görmesi onu pek yaralamış görünüyor.

Eskiden beri şairler, şiirlerinde sevgilileriyle görüştükleri, buluştukları ve zamanla harabe haline gelen o yerlere bakıp bakıp ağladıklarını dile getirdikleri gibi; gecenin alaca karanlığında kalenin üzerinde bir başına oturmuş olan bu Işık Adam da; sanki aradan iki yüz yıl geçmişçesine o harabe yerlere, sevdiklerinin, dostlarının, talebelerinin bir zamanlar gezip dolaştığı o mekanlara bakıp bakıp ağlıyor.

Ruhu da kalbi de ağlasın diye gözlerine yardım ediyor.

Ruhu, gamdan kederden uçacak gibi. Belli ki şimdiye kadar hiçbir şey onu bu kadar ağlatmamış bu kadar yüreğini yandırmamış.

Mağmalar gibi yanmakta yüreği. Yandıkça da, hem çehresindeki hem de çevresindeki ışık, gecenin karanlığına inat artmakta.

Bir aralık oturduğu yerden kalkıyorı, kalenin üzerinde yürümeye başlıyor.

Yürüdükçe karanlıklar önünden kaçıyor.

Nereye gidiyor? Neden gidiyor?

Yoksa yüreği esaret yıllarında, uzun kış gecelerinde Volga’nın hazin şıpıltılarını dinlerken çok özlediği vatanında yaşadığı bu hazin gurbete dayanamıyor mu mı?

Öz vatanında gurbette mi hissediyor kendini?

"Ya ben de onlarla birlikte kabre gitmeliyim, ya da dağda bir mağaraya çekilip ölümümü beklemeliyim" diye mi ordüşünüy.

Yoksa; "Madem dünyada bu kadar yürek yakan ayrılıklar var öyleyse ölüm hayattan daha güzeldir" mi diyor?

Gecenin karanlığında ışıktan bir abide gibi bir başına öylece yürüyor, yürüdükçe etrafına ışık saçıyor.

Bir aralık bakışlarını bize doğru çeviriyor.

Gözleri, karanlık bir ormanın derinliklerinde yanan bir çift ışık gibi parlıyor.

‘Buğulu ve nemli…’

Belli ki okuldaki bahar çiçeklerine bakıyor.

İçimden bir ses; " işte ışığın geldiği yön burası, işte Işık Adam bu" diye fısıldadı.

Bir de ne göreyim, gökteki bütün yıldızlar ona doğru koşuyor, ellerinde bahar çiçekleriyle dünya çocukları etrafını kuşatıyor.

Manzara müthiş.

Işık Adam ışıklı bir çiçek bahçesinin ortasında.

Bütün çocuklar çiçeklerini ona sunma yarışında…

Akşamın alaca karanlığında hala oyuna doymamış çocukların cıvıltıları ile kendime geldiğimde, gün, Van Gölü’nün kızıl ışıklarında çoktan kaybolmuştu…

Efsanevi gölde, güneşten değil, kendi içinden taşan, yükselen ve yamaçlara yayılan tatlı bir aydınlık…

Sıcak ve yağmurlu bir yaz akşamının kızıl- kızgın gün batımı, gölün ortasında tamam oluyor.

Kadim dostlarla birlikte çiçek bahçesi Serhat Koleji’nin revakları önündeyiz.

Gece siyah saçlarını sodalı siyah sularda yıkamaya durmuş.

Etrafımızda bahar çiçekleri çocuklar…

Dağlar yine ölüm kussa da, rüzgarlar kan koksa da bu son Doğu seyahatimde Doğu Küheylanları’nın sınır tanımayan koşmalarını gördükçe hiç olmadığı kadar umut ışıklarıyla doluyor, içim.

Boşuna dememişler, ışık Doğu’dan gelir. .

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.