HARUN TOKAK

Huzur Sokağı

Öyle yorgunum ki…

Sanki her yanım bıçak yarası…

Öyle beden yorgunluğu falan değil, basbayağı ruhum yorgun.

Gurbette her şey yoruyor insanı. Hele gün batımlarında daha bir yorgun hissediyor insan kendini. Sanki Hazreti İbrahim’i yakmayan ateşler beni yakıyor, Hazreti Nuh’u boğmayan dalgalar beni boğuyor. Hazreti Yunus’u yutmayan balık beni yutuyor. Rüzgâr beni tokatlıyor, Yağmurun damlaları, camları değil basbayağı beni dövüyor. Bulutlar başkasına değil bana ağlıyor.

Bazen şefkatli bakışlar bile dokunuyor insana.

Yine yorgun akşamların birinde kapıdan içeri girince birden “Huzur Sokağı” dizisinin müziği doluyor yüreğime.

“Şule Yüksel Şenler ölmüş” diyor eşim.

Anadolu’da ayak basmadık yer bırakmayan bir dönemin efsane kadınının konuşmaları, koşmaları geliyor gözlerimin önüne.

1970’li yıllar…

Köylerinden, kasabalarından kopup gelen binlerce çocuk gibi biz de okumak için ağabeyimle birlikte köyden şehre geldik.

Ayağımızda, lastik ayakkabılar ve süvarilik vurulmuş yamalı pantolonlar…

Babam, bazı günler köyden satmak için saman getirirdi. Şehrin uç sokaklarında at arabası ile sarı sıcağın altında akşama kadar dolaşırdık.

Her “Samancııı” sesini duyduğunda dizginleri çekerdi babam.

Okul harçlığımızı alabilmek için yazın o sıcakta saman tozlarının başımızı gözümüzü okşadığı arabanın peşinden gittiğimiz günler, gözümün önünden hiç gitmiyor.

Ağabeyimle kitapları çok severdik. Ama o yıllarda okuyacak kitap bulmak da, almak da müşkildi.

Kitapçılara gidiyor, taze çıkmış bir kitap gördüğümüz zaman, yeni doğmuş sevimli bir kuş yavrusu gibi avucumuzun içine alıyor, okşuyor ve derin bir iç geçirerek tekrar yerine bırakıyorduk.

“Minyeli Abdullah” yeni çıkmıştı. Elden ele dolaşıyordu.

Ardından, giyimi, kuşamı, duruşu ve etkileyici konuşmaları ile, milyonları peşinden sürükleyen efsane kadın Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı.

Sonra da Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa’sı, arka arkaya geldi.

Milli kültürümüze ait bu ilk romanlar, benim gibi kırsal kesim çocuklarının kültür kimliğinin oluşmasında son derece etkili olmuş, binlerce genci âraftan kurtarmıştı.

Yürümek zorunda olduğumuz yollarda karanlığa yakılmış ışık gibiydiler.

Şule Yüksel Şenler Anadolu’yu şehir şehir dolaşıyordu. Her gittiği yerde sadece salon değil, sokaklar ve caddeler dolup taşıyor, hoparlörle ses dışarıya veriliyordu. Onun ateşli konuşmalarını dinleyen pek çok kadın ve kız daha oradan ayrılmadan başını örtüyordu.

Şule Yüksel Şenler yaklaşık üç yıl içinde Türkiye’nin neredeyse tamamını birkaç defa dolaşmıştı. Her bir konferansı üç-dört saat sürüyordu. Her yerde modern türbanlı kadınlar gözle görülecek kadar çoğalmaya başlamıştı. Çocuklara Şule ismi konuluyordu.

Huzur Sokağı romanındaki Bilal ve Feyza, çağımızın Leyla ile Mecnun’u gibiydi.

Onu okuyan genç kızlarımızın amacı, sadece Feyza gibi idealist bir kadın olmak değildi; aynı zamanda Bilal gibi idealist bir genç arıyorlardı.

Delikanlılar ise hem Bilal gibi dindar ve idealist bir genç olmak istiyor hem de Feyza’nın şahsında hayallerindeki Leyla’nın peşinden koşuyorlardı.

1970’de Huzur Sokağı, “Birleşen Yollar” adıyla beyaz perdeye aktarıldı.

Dindar kesim sinemalara koştu.

O yıllarda, şimdiki gibi, Kurtlar Vadisi’ndeki Ömer Baba ya da Ekmek Teknesi’ndeki Nusret Baba gibi dindar ve bilge insanları sinemada görmek imkânsızdı.

Türk sinemasının din ve dindarla problemi vardı. Sinema tam da beslenebileceği kökleri kurutacak kadar ideolojikti.

Birleşen Yollar’la, dindar kesimin sinemayla yolları birleşmiş, küskün yıllar geride kalmıştı.

Birleşen Yollar’ın bende zamanla gençliğime dair bir nostaljiye dönen hatırası, birkaç yıl önce evinde ziyaret ettiğim Şule Yüksel Şenler’i dinleyince tamamlanmıştı…

“Çekimler sırasında da Türkan Şoray’ın duygularında da çok güzel gelişmeler oldu. Fakat bunların doruk noktası namaz sahnesindeydi;

Yani Feyza’nın hidayet sahnesi…

Ellerimle örttüm Türkan Şoray’ın başını, namazı nasıl kılacağını tarif ettim. Bir hayli çalıştıktan sonra namaz sahnesi çekimi başladı.

Görkemli ahşap konak derin bir sessizliğe gömüldü.

Türkan Hanım, konağın ortasında nurdan erişilmez bir abide gibi durdu.

Yüreği huzur doluydu.

Öyle bir âlem içinde ki… Sanki gönlünde her dem taze baharlar büyüyordu.

Gözlerini yummuş, ışıklı yağmurlarda yıkanıyordu.

Siyah, iri gözleriyle, bütün eşyayı bir sevgi şöleni gibi seyrediyor, bir sevgi armonisinden güftesiz besteler dinliyordu.

Birleşen Yollar’ın tam ortasında ışıktan bir helezonun içinde nurdan bir melek gibi duruyordu.

Tam Tahiyyat’a oturduğu sırada kamerada bozukluk oldu. Rejisör; ‘Hiç yerinizden kıpırdamayın, hemen devam edeceğiz ’dedi.

Türkan Hanım, namazı bıraktı; yan olarak oturdu.

Öyle bir âlem içinde ki… Etrafında kimseyi görmüyor;

‘Şule Hanım, Şule Hanım… Neredesiniz?’ Dedi.

Hani âmâ bir insan el yordamıyla oturacağı yeri arar ya aynen öyle. Türkan Hanım bir şey mi oldu dedim. Baktım siyah gözlerinde yaşlar irileşmişti.

‘Şule Hanım namazın rol icabı olanı insanı bu kadar etkilerse ya…’

Sözlerinin sonunu getiremedi, ‘Size yapamam, diyordum ama nasıl olacak bu? Bu halimle nasıl namaz kılacağım’

Birden fenalaştı ve; ‘Şule Hanım çok rica ediyorum. Herkes dışarı çıksın’

Hepimiz dışarı çıkıp kapıyı kapattık. Gazeteciler de yanımızda, herkes ne olacağını merak ediyor.

İçerden, önce yavaş yavaş hıçkırık sesleri…. Daha sonra; .

“Anneeeem…’ diye bir feryat. Koca konak inledi.

‘Annem, önümde bu nurlu yollar varken, neden neden… Mahşerde iki elim yakandadır annem…’

Hıçkırıyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyor. Düşünebiliyor musunuz? Herkes hıçkıra hıçkıra ağlıyor.

Bir sessiz çığlıktı bu, kimsenin duymayacağı, kimseye duyurulamayan bir feryattı.

Bir müddet sessizlikten sonra kapı açıldı. Gözleri ağlamaktan şişmişti.

‘Türkan Hanım, isterseniz gelin, bir saat dinlenin, sonra devam ederiz‘ dediler.

‘Hayır, lütfen, devam edemeyeceğim. Ben birazdan giyinip geliyorum.’ Dedi ve içeri girdi.

Rol icabı da olsa o ilk namaz, gurbetten dönen evladını şefkatle bağrına basan bir ana gibi basmıştı onu bağrına.

Secdeye vardığında, seccadenin sıcak busesini, güzel ve geniş alnında hissedince daha fazla dayanamamış ve bırakmıştı kendisini.

Üstünü değiştirmek için girdiği odadan çıkarken daha önce hacdan gelip ona hediye ettiğim büyük şalı başına örtmüştü, Yalvaran gözlerle karşımda durdu:

‘Şule Hanım, bakın, rica ediyorum, bugün hiç değilse karşıya geçene kadar beraber olalım.’ Ellerimden tutarak; ‘Şule Hanım, size yalvarıyorum, hiç değilse Karaköy’e kadar…’

“Tamam” dedim ve arabaya bindik. Başını sağ omzuma koydu. Hıçkıra hıçkıra ağladı.

Ellerimi tuttu…

”Şule Hanım, biliyor musunuz ne kadar duyguluyum. Aslında Feyza benim… Feyza benim ancak sesimi hiçbir yere duyuramıyorum, duyuramam da…”

Gönüllerde yer eden insanların, yüreklerinden kopup gelen bir sesleri olduğunu düşünmüşümdür hep. Bu hatıra da bu düşüncemi destekliyor. İster istemez düşünüyorum, gök kubbenin altında en dokunaklı, en içli ve en etkili ses, insan sesidir.

İnsanın kendi sesi…

Öyle ki her zaman hançereden çıkmaz, her zaman fonetik değildir ve en çok da o zaman ulaşır kendine ve diğerlerine.

O zaman sadâlaşır, o zaman gür ormanların uğultusu gibi sayhalaşır ve o zaman gök kubbede bakileşir.

Gök kubbede gür bir sadâ bırakan bir dönemin kahraman kadını kabrin şulelerle dolsun.

Ve gurbette en çok da ölüm haberleri yoruyor bizi…

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.