Her hasret içinde bir vuslat barındırır
Yine gurub vakti işte…
Gün dökülüyor geceye.
Akşam namazı için Üsküdar’daki Altunizade Camii’ne düşürüyorum yolumu.
Geçmişin nice güzel günlerinin şahidi bu mütevazı mabet, akşamın alacakaranlığında türbesine nur yağan bir derviş gibi öylece duruyor.
Her zaman olduğu gibi bu ulvi mekanda yine huzur içinde kıldım namazımı.
Dışarı çıktığımda, bir anda karşıdaki görkemli binanın üzerindeki "Yalnız yuvaya" mıhlandı gözlerim.
Rüyalarımızın üveykinin yuvasıydı bu.
‘Yine bulunduğu yerden başını göklere kaldırmış gibi, ufukları gözeten ve hep öyle tepeden bakıp’ bir kış günü kızıl ufuklarda kaybolan üveykini bekleyen bir hali vardı.
Pek mahzundu.
Bir zamanlar dev dalgalara kapılan gemilerin çar-naçar kendilerini attıkları bu kutlu rıhtım, elini gözlerine siper ederek gecenin böğründe gurbetten dönecek evlatlarını gözleyen yüreği yanık bir ana gibi öylece bakıyordu.
Hatıralarımızın boynu bükük yetim çocuklar gibi bekleştiği bu kutlu yuvanın olduğu yere ne zaman yolum düşse, yüreğimin kanını dindiremem diye hep gözlerimi kaçırmaya çalışırdım.
Ama bu defa olmadı.
Kanadı bala dokunmuş bir arı gibi çırpınmaya başladı yüreğim.
Baktıkça baktım, baktıkça geçmişin o hülyalı günleri gelip gözlerimin önünde bir bir gelip durdu.
‘Her gece ruhların, mor pembe ışıklarla kuşatıldığı’, ötelerden gelen esintilerle beslendiği, seccadelerin gözyaşlarıyla ıslandığı; ana yüreği kadar sıcak yuva pek suskundu.
Bir zamanlar gazetecilerin, sanatçıların, bilim adamlarının, din adamlarının, devlet adamlarının müdavimi olduğu yer bura değil miydi?
Nice yiğitlerini bu kutlu yuvadan hicret diyarlarına salan, sonra da arkalarından kendi de kanat çırpan Üveyk’in yuvası bomboştu şimdi.
Yalnızlığın alevlerinde alaf alafdı.
Her akşam kızıl ufuklarda gün batıyor, mevsimler dönüyor ama üveyki bir türlü dönmüyordu.
Şubat soğuklarında uçup gitmişti.
Ayrıldığı gün odasına girdiğinde, son kez kitaplarına, eşyalarına, kendisine ait olan olmayan her bir şeye hazin hazin bakmış ve gözleri dolu dolu;
"Bu yolculuk öncekilere benzemiyor gibi" demişti.
O gün bu gün, kaç vakit oldu yurdundan, yuvasından hep ayrı…
Gerçi ‘bu benim’ diyebileceği hiçbir evi olmamıştı ama burayı kendine yuva edinmişti.
Avlusunda durduğum mabetten aydınlıkları devşirerek yükselen o lahuti ezanları her seher kendisinden geçercesine dinler, sonra ellerini kaldırır, duasını eder ve namaza dururdu.
Nasılda hüzzam sesler yayılırdı ağaran şafaklara.
O müezzinin tatlı sesini kim bilir ne kadar özlemiştir.
O şimdi sarışın ikindilerde doldurduğu Kırık Testi’siyle kızgın çöllerde, sonsuz bozkırlarda koşturan süvarilerine su yetiştirmeye çalışıyor.
Kırık testi her doluşunda bir başka adla dokunuyor, susuz dudaklara.
İşte o Kırık Testi’lerden birisi tam da yüreklerimizin çok da ihtiyacı olduğu bir anda "Kalb İbresi" adıyla dokundu gönüllerimize.
Aydınlık sahillere erişmemizde bizlere ışık olacağını düşündüğüm ve kendim için devşirdiğim ‘Kalb İbresi’nin ibretlerle dolu muhtevasından bazı bölümleri sizlere de sunmak istiyorum;
"Gönül insanı’nın, gönlü, günebakan çiçekleri gibi, hep Sonsuzluğun Sahibi’ne doğru olmalı.
Dağlar gibi belalar üzerine yağsa, yollar bir gün en korkunç uçurumlara varsa, gece karardıkça kararsa yine de kalb ibresi zerre kadar kaymamalı.
Bir Hak dostunun kırk yıl kendini cehennemlik görmesi, etrafındaki talebelerinin bir bir dağılması karşısında hiç ümidini yitirmemesi, kalbinin ibresini hiç kaymaması gibi.
Gönül insanı, bir yerde bir bela, bir sıkıntı olduğunda;
‘Bu bendendir’ diyecek kadar işin sorumluluğunda, bir başarı olduğunda da arkadaşlarımdandır, diyecek kadar diğerkam olmalı.
Tıpkı Muhammed b. Mukatil gibi…
Belaların yağmur gibi yağdığı bir zamanda Salim b. Kasım, Tabiin’in büyüklerinden olan bu zata giderek;
‘Ortalığı şiddetli bir felaket fırtınası kasıp kavuruyor, sarsıntılar birbirini takib ediyor, kıtlık halkın iflahını söküyor, sen bizim ulumuzsun; ne olur Allah aşkına, dua et de üzerimizde dolaşıp duran bu musibet bulutları dağılsın’ dediğinde;
‘Ne kadar arzu ederdim bütün bunlara sebep ben olmayayım.’
O gece Peygamberimiz Salim b. Kasım’a;
‘Muhammed b. Mukatil hürmetine Allah üzerinizdeki belaları kaldırdı.’der.
Malazgirt’te bir Cuma sabahı beyazlara bürünmüş halde askerlerinin önünde secdeye kapanarak ;
" Allah’ım! Günahlarım yüzünden yiğitlerimi mağlup etme" diyerek Allah’a yalvaran Sultan Alpaslan gibi…
Bir belde de başarısızlık varsa orada insanlar bir birinin kurdudur.
Ciddiyetsiz ve laubali insanların dava adamı olmaları ve başkalarına rehberlik etmeleri mümkün değildir.
Önünde; ahiret, hesap, sırat, cennet, cehennem dururken bir insan nasıl laubali olabilir. Bu aydınlık yolun rehberleri hep olgunluk ve ağırbaşlılıkları ile öne çıkmışlardır.
Başarılar karşısında Alvarlı Efe Hazretleri’nin dediği gibi;
"Değildir bu bana layık; bu bende,
bana bu lutf ile ihsan nedendir" demeli ve hiçbir şeyi kendinden bilmemeli.
Narsist ve egosantrik olmamalı.
Toprağa bıraktığınız tohumlar, gözünüzün önünde birden bire yerden fışkırsa; bir tanesi bin başak verse ve her başak bin buğdaya yürüse bile, bu işte bizim bir dahlimiz var, diye aklınızın köşesinden geçse büyük günah işlemiş olursunuz; istiğfar etmezseniz yapılan işler boşa gider.
Makam mansıp beklentileri, alkışlanma arzusu, iltifat beklentisi, müminler arasında iyi bir mümin olarak algılanma isteği dahi insanın başını döndürecek, ona kazanma kuşağında kaybettirecektir.
Efendisinin yanında bir köle, hükümdarının huzurunda bir hizmetçi alkış beklentisine girer mi?
Biz Onun kuluyuz.
Gönül insanında, başına gelen belalar ya da maruz bırakıldığı zulümler karşısında kaderi tenkit etme, başkalarını suçlama olmaz.
O, karlı dumanlı dağların doruklarındaki kavgasını kendi içinde verir. Tıpkı onca yapılandan sonra Taif dönüşünde kızgın çölü bekleyen bir ağacın altında Güllerin Efendisi’nin en incindiği anda bile;
‘Allah’ım beni kime bırakıyorsun?’ diyerek yine ona sığındığı gibi…
Tıpkı kendi ülkesinde sürgünlere maruz bırakılmış; hapishanelerde tecritte tutulmuş, mahkeme mahkeme dolaştırılmış, vatandaşlık haklarından mahrum edilmiş, esarette zindanlarda zehirlenmiş, yaşadığı hayat şahittir ki, dünya zevki namına bir şey tatmamış tam aksine bin bir çile ve ızdırap içinde bir hayat yaşamış olan asrın büyük çilekeşi;
‘Neden bunlar benim başıma geldi, Niçin bu musibetler benim yakamı bırakmıyor?’ dememiştir.
Bu duruşta, başkalarını suçlama, onlarla kavga etme ve kaderi tenkit etme gibi musibetleri ikileştiren kayıplar yoktur…"
Kırık Testi’nin her bir gönle hoşluk veren tatlı şırıltıları, bir yanardağdan fışkırır gibi, yamaçlardan vadilere boşanır gibi böylece akıp gidiyor.
Bense akşamın alacakaranlığında bir başıma, geçmişteki nice güzel günlerin şahidi mütevazı mabedin avlusundayım.
Her bir eşya akşamın alaca karanlığında yavaş yavaş silinirken ulvi mabedin ışıkları, daha bir parlıyor.
Gecenin karanlığında, ‘Yine bulunduğu yerden başını göklere kaldırmış gibi, ufukları gözeten ve hep öyle tepeden bakıp rüyaların Üveyki’ni bekleyen ‘yalnız yuva’ya gamlı gözlerle bakıyorum.
Çiçekler yine rengârenk açmışlar, balkonda.
Ne gülücüklerini gören var, ne de kokularını duyan.
Öylece duruyorlar…
Yuvasını her mevsim oradan oraya taşıyan yaralı üveyk, bu ıssız yuvasına bir gün dönecek.
Yine Eyüp Sultan’ da kıyama duracak, Koca Sultan’ın nur sağanağı türbesinin biraz uzağında durarak, kendisinden geçerek dualar okuyacak.
Yalnız Sultan Yavuz’un türbesine uğrayacak, ufukların sultanı Fatih’in huzurunda hülyalı ufuklara dalacak.
Yıl kaç olur, hangi mevsim bilemem.
Her gurbetin bağrında bir vuslat baharı çimlenir.