Gül Sultan
Günlerden beri çölde yürüyorlardı.
Ebva Köyü’ne yaklaştıklarında Gül Sultan iyice halsizleşmişti.
Çölde pek rastlanır bir şey değildi ama bir ağaç bir başına çölü bekliyordu.
Ya da kutlu yolcularını…
“Şu ağacın dibinde biraz soluklanalım oğlum” dedi ve ılık kumların üzerine bırakıverdi yorgun bedenini
“Biraz su” diye inledi.
Gül kokulu yavrusu koştu suyu yetiştirdi.
“Nasılsın anacığım!”
Gül Sultan, yetim yavrusunu üzmemek için;
“İyiyim oğlum, bir şeyim yok” dese de ölümün derin kuyularına doğru çekiliyordu.
Ayağa kalkacak dermanı yoktu.
Bu âlemde hiçbir annenin ölümü Gül Sultan’ın ölümü kadar hisli değildi.
Soylu kadın henüz daha otuz yaşındaydı.
Hatıralar canlanıyordu son anlarını yaşadığı ağacın dibinde.
***
Daha yedi yıl önceydi…
Gül Sultan, çok fazla dışarı çıkan birisi değildi.
O gün her nedense yakıcı güneşin bağrında iyice ısınan şehrin yollarına vurmuştu kendini. Sessizliğe bürünmüş tenha bir sokağı döndüğünde, bir delikanlı ile göz göze gelmişti.
Aman Allah’ım! O ne güzellikti…
Bu genç başka güzeldi.
Bir gülün kokusunu duymuştu onda.
Görür görmez gönlü akıvermişti ona.
Sevmişti onu hem de bir başka sevmişti.
Gül Sultan kendisi de güzeldi. Baktığı zaman yere düşürecek kadar güzel gözleri vardı. Yüzünün güzelliğini meleklerden ödünç almış gibiydi.
Ama ilk defa gördüğü bu genç bir başkaydı. Siyah saçlarının harelendiği geniş alnında bir nur parlıyordu.
Ötelerden gelen bir nur…
İlk insandan bu yana altın halkayla, alından alına aktarılarak gelen bir nur.
O gün, Gül Sultan yüreğinden ok yemiş bir ceylan gibi olmuştu..
Gönlünü yaralayan gencin adını öğrenmişti.
Abdullah’dı…
O günlerde güzelliği dillerde olan bu genci hep duymuştu ama bu kadar güzel olabileceğini hiç aklına getirmemişti.
Abdullah da Gül Sultan’ı görür görmez vurulmuş ve eve döner dönmez konuyu ailesine açmıştı.
Babası Abdülmuttalip, oğlunun bahsettiği kızın, yakın dostu Veheb’in kızı Amine olduğunu öğrenince sevincinden hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.
Gül Sultan doğduğunda kadınlar çağ atlamıştı. İlk defa bir kız çocuğunun doğumunda bir baba bu kadar sevinmiş ve kulağına hüzünlü bir fısıltıyla;
“Bir kızınız oldu” denildiğinde;
” Hemen kazanlar kurulsun, bütün Arabistan’a ziyafet veriyorum” demişti.
Bu görülmüş şey değildi.
Babası Veheb, Gül Sultan’ı kaptığı gibi Abdülmuttalipe götürmüş , adını koymasını istemişti.
Abdülmuttalip de “Amine olsun” demişti.
Sonra da kavmine .
” Ey kavmim! Ben Veheb kadar haysiyetli bir adam daha görmedim; kız çocuğunun doğumunda ziyafet verdi. Bu insana yaraşır bir hakikatliliktir, , azizliktir .” demişti.
Gönlündeki zarafeti kelimelere dökebilen, duyguları soylu bir sultandı.
İyi bir şairdi.
Yazdıkları büyük bir divan olurdu.
Türkçeye bile intikal eden;
“Tek sen mutlu ol da ben yanayım” gibi sözler ilk o Gül Sultan’ın dudaklarından dökülmüştü.
O çağda, öyle bir dönemde herkes onunla evlenmek için can atmıştı ama o mecbur olmadıkça hiç kimseyle konuşmamıştı bile.
Bir gün evlerine dünür gelenlerin Abdullah’ın ailesi olduğunu öğrenince yüreğinde içten içe yanıp duran aşk ateşi nasılda birden bire harlaşmıştı.
Abdullah, Mekke’nin damıtılmış delikanlısıydı.
Uzun yıllar hiç evladı olmayan babası, bir gün;
“Allah’ım! Bana on erkek evlat ver de birini sana kurban edeyim” demişti. Duası kabul olmuştu ama kurban işini ağırdan almıştı.
Bir gece rüyasında verdiği söz ona hatırlatılınca evlatları arasında kura çekmiş ve kura Abdullah’a çıkmıştı.
Atası İsmail (a.s) gibi;
“Babacığım! Niye canın sıkılıyor? Sen Allah’ın emrini yerine getir , diyerek sadakatini ortaya koymuşsa da, ne babasının, ne de Mekke’nin ileri gelenlerinin yüreği; yüzü de yüreği de güzel bir yiğidin kurban edilmesine razı olmamıştı.
Gül Sultan kendisi gibi, ölümlerin arasından yürüyüp gelmiş olan eşiyle o kısacık evliliklerinde ne kadar da mutlu olmuştu.
Hiçbir kadın kocasını bu kadar sevemezdi.
Birbirlerinde erimişlerdi.
Evlendikten sonra Gül Sultan daha bir güzelleşmiş, eşinin alnındaki parlayan nur ona intikal etmişti.
Saadetin zirvesindeydiler.
Ama hepi topu iki ay sürmüştü bütün mutlulukları.
Kocasının ölüm haberi öldürücü bir darbe indirmişti Gül Sultan’ın yüreğine.
Etine asit dökülmüş gibi derin yaralar açılmıştı yüreğinde.
O hüzünle bir hafta bile yaşaması imkansızdı.
Bir gece rüyasında;
“Sakın üzülme ! Sen Muhammed’i taşıyorsun,;kainatın en yücesi senden doğacak” demişlerdi.
Bu defa da gönlü iki çarpışmanın arasında kalmıştı.
Bir taraftan çok sevdiği efendisinden ayrılık ateşi yüreğini yakarken, diğer taraftan da dünyanın en güzel Gül’ünün nurlu bahçesi olmanın tatlı esintileri ruhunu serinletmişti.
Hani çağların çıldırma anı olur ya, işte içinde bulunduğu çağ da öyleydi.
Her türlü vahşi mahlukatın ürpetici sesleriyle çınlayan karanlık bir çöl gibiydi dünya.
Işığa hamile kapkaranlık bir dünya.
Değişim düşlerle başlardı.
Dünya hayra yorulacak düşlerdeydi.
Gül Sultan’ın düşleri, ufukların ilk muştusu olmuştu.
Ve o muştuyu yeryüzünde ilk o almıştı.
Neye hamile olduğunu çok iyi biliyordu.
Henüz daha yirmi üç yaşındaydı.
O, oğluna inanmış bir anneydi.
O Gül Sultan’dı.
O sene Mekke’ye bahar bir başka güzel gelmişti.
Muştular vardı ötelerden.
Madde ve mananın beklediği an gelmişti.
Dünya sırılsıklamdı.
Güneşin kalbi durmak üzereydi.
Gül Sultan da, doğum yapacağı ev de “Kutlu Doğum”a hazırlanmıştı.
Alemde ne varsa her şey sükun kesilmiş, atmosferin en seçkin molekülleri oraya sevk edilmiş ve o muhteşem anı beklemeye başlamıştı.
Nihayet beklenen şafak gelmişti…
Evin içersinde sadece Şifa hatun değil, Hz Asiyeler, Hz Meryemler, koşuşturup duruyordu.
Huriler sıra sıra ellerinde nurdan bohçalarla gelerek evin içini yüzlerinin nuruyla doldurmuştu.
Ötelerden gül kokuları geliyordu..
Derken bir anda gök kapıları açılmış ve karanlıklar sağa sola kaçışmaya başlamıştı.
Evin her bir yanını sarmıştı melekler.
Gül Sultan, nurlar içinde kendine geldiğinde ona yetim yavrusunu parmağı ile “Allah” derken göstermişler ve sonra yeniden bayılmıştı.
Rüzgarlar gül kokuları taşımaya başlamış, ağaçlar gül esintisi kesilmişti.
Bulutlar gül dökmeye başlamıştı insanlığın üzerine.
571 yılının nisanıydı…
Güneş yeni bir güne doğarken, melekler bütün madde ve manaya Nur Çocuğu müjdeleme yarışına girmişlerdi. Bir niyaz yarışı başlamıştı varlıklar arasında.
***
Nur Çocuk şimdi altı yaşındaydı ve aziz annesiyle hiç görmediği babasının kabrinden dönüyorlardı.
Gül Sultan’ın gönlündeki yaralar yeniden kanamaya başlamıştı.
Gözlerini , yaralı ceylanının gözlerinden hiç ayırmıyordu.
Hiçbir anne evladını onun gibi sevmemişti.
Yavrusu yetim dünyaya gelmişti, şimdi de yapayalnız kalıyordu ; Üzüntüsü ondandı.
Babası, bütün ölüm cenderelerinden sanki sadece oğlunun dünyaya gelmesine vesile olmak için kurtulmuş ve sonra da daha gencecik yaşta Sonsuzluğun Sahibine gitmişti.
Gül Sultan kendisi de bir melek dünyaya getireceği için, oğluna hamile kaldıktan sonra melekleşmiş ve bir başka beşerin kendisine dokunmasına izin verilmemişti. Ve bir melek hayatı yaşamıştı.
Bir azize gibi hayatını sürdürmüştü.
Şimdi çok sevdiği eşine gidiyordu ama gönlü geride bıraktığı yetim yavrusuna tutsaktı.
Yetim yavrusu başucunda;
“Anacığım! Neyin var” diye çırpınıp duruyordu.
O gece karası, o kederli gözleriyle yetim yavrusunun kaderden sürmeli gözlerinin içine bakarak;
“Rüyalarda gördüğüm gerçek…
Oğlum! Sen âlemlere gönderilecek peygambersin!
Ben de öleceğim.
Fakat senin gibi bir evlat bıraktığım için,
adım asla ölmeyecek…”
demiş ve oğluna ilk iman eden olarak bir sülün gibi uzanıvermişti ılık kumların üzerine.
Nur Çocuk, “annemden sonra annem” dediği Ümmü Eymen’le birlikte döndü Mekke’ye.
Gül Sultan gitmişti ama kainatta bing-bang gibi, bir ışık, bir gül patlaması yaşanmış, dünya bütünüyle, ışık ve gül banyosuna durmuştu.
Bir tepeciğin üzerindeki mütevazı mezarını çöl rüzgarlarının, okşadığı Gül Sultan’ın, bu gül mevsiminde gölgede kalmasına gönlümüz razı olmadı.
Vakit, Sonsuz Nur’un gönderilişine vesile sevgili babasına, Gül Sultan’a ve Gönüllerimizin Sultanı’naYasinler yollama vaktidir.
Günlerden beri çölde yürüyorlardı.
Ebva Köyü’ne yaklaştıklarında Gül Sultan iyice halsizleşmişti.
Çölde pek rastlanır bir şey değildi ama bir ağaç bir başına çölü bekliyordu.
Ya da kutlu yolcularını…
“Şu ağacın dibinde biraz soluklanalım oğlum” dedi ve ılık kumların üzerine bırakıverdi yorgun bedenini
“Biraz su” diye inledi.
Gül kokulu yavrusu koştu suyu yetiştirdi.
“Nasılsın anacığım!”
Gül Sultan, yetim yavrusunu üzmemek için;
“İyiyim oğlum, bir şeyim yok” dese de ölümün derin kuyularına doğru çekiliyordu.
Ayağa kalkacak dermanı yoktu.
Bu âlemde hiçbir annenin ölümü Gül Sultan’ın ölümü kadar hisli değildi.
Soylu kadın henüz daha otuz yaşındaydı.
Hatıralar canlanıyordu son anlarını yaşadığı ağacın dibinde.
***
Daha yedi yıl önceydi…
Gül Sultan, çok fazla dışarı çıkan birisi değildi.
O gün her nedense yakıcı güneşin bağrında iyice ısınan şehrin yollarına vurmuştu kendini. Sessizliğe bürünmüş tenha bir sokağı döndüğünde, bir delikanlı ile göz göze gelmişti.
Aman Allah’ım! O ne güzellikti…
Bu genç başka güzeldi.
Bir gülün kokusunu duymuştu onda.
Görür görmez gönlü akıvermişti ona.
Sevmişti onu hem de bir başka sevmişti.
Gül Sultan kendisi de güzeldi. Baktığı zaman yere düşürecek kadar güzel gözleri vardı. Yüzünün güzelliğini meleklerden ödünç almış gibiydi.
Ama ilk defa gördüğü bu genç bir başkaydı. Siyah saçlarının harelendiği geniş alnında bir nur parlıyordu.
Ötelerden gelen bir nur…
İlk insandan bu yana altın halkayla, alından alına aktarılarak gelen bir nur.
O gün, Gül Sultan yüreğinden ok yemiş bir ceylan gibi olmuştu..
Gönlünü yaralayan gencin adını öğrenmişti.
Abdullah’dı…
O günlerde güzelliği dillerde olan bu genci hep duymuştu ama bu kadar güzel olabileceğini hiç aklına getirmemişti.
Abdullah da Gül Sultan’ı görür görmez vurulmuş ve eve döner dönmez konuyu ailesine açmıştı.
Babası Abdülmuttalip, oğlunun bahsettiği kızın, yakın dostu Veheb’in kızı Amine olduğunu öğrenince sevincinden hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.
Gül Sultan doğduğunda kadınlar çağ atlamıştı. İlk defa bir kız çocuğunun doğumunda bir baba bu kadar sevinmiş ve kulağına hüzünlü bir fısıltıyla;
“Bir kızınız oldu” denildiğinde;
” Hemen kazanlar kurulsun, bütün Arabistan’a ziyafet veriyorum” demişti.
Bu görülmüş şey değildi.
Babası Veheb, Gül Sultan’ı kaptığı gibi Abdülmuttalipe götürmüş , adını koymasını istemişti.
Abdülmuttalip de “Amine olsun” demişti.
Sonra da kavmine .
” Ey kavmim! Ben Veheb kadar haysiyetli bir adam daha görmedim; kız çocuğunun doğumunda ziyafet verdi. Bu insana yaraşır bir hakikatliliktir, , azizliktir .” demişti.
Gönlündeki zarafeti kelimelere dökebilen, duyguları soylu bir sultandı.
İyi bir şairdi.
Yazdıkları büyük bir divan olurdu.
Türkçeye bile intikal eden;
“Tek sen mutlu ol da ben yanayım” gibi sözler ilk o Gül Sultan’ın dudaklarından dökülmüştü.
O çağda, öyle bir dönemde herkes onunla evlenmek için can atmıştı ama o mecbur olmadıkça hiç kimseyle konuşmamıştı bile.
Bir gün evlerine dünür gelenlerin Abdullah’ın ailesi olduğunu öğrenince yüreğinde içten içe yanıp duran aşk ateşi nasılda birden bire harlaşmıştı.
Abdullah, Mekke’nin damıtılmış delikanlısıydı.
Uzun yıllar hiç evladı olmayan babası, bir gün;
“Allah’ım! Bana on erkek evlat ver de birini sana kurban edeyim” demişti. Duası kabul olmuştu ama kurban işini ağırdan almıştı.
Bir gece rüyasında verdiği söz ona hatırlatılınca evlatları arasında kura çekmiş ve kura Abdullah’a çıkmıştı.
Atası İsmail (a.s) gibi;
“Babacığım! Niye canın sıkılıyor? Sen Allah’ın emrini yerine getir , diyerek sadakatini ortaya koymuşsa da, ne babasının, ne de Mekke’nin ileri gelenlerinin yüreği; yüzü de yüreği de güzel bir yiğidin kurban edilmesine razı olmamıştı.
Gül Sultan kendisi gibi, ölümlerin arasından yürüyüp gelmiş olan eşiyle o kısacık evliliklerinde ne kadar da mutlu olmuştu.
Hiçbir kadın kocasını bu kadar sevemezdi.
Birbirlerinde erimişlerdi.
Evlendikten sonra Gül Sultan daha bir güzelleşmiş, eşinin alnındaki parlayan nur ona intikal etmişti.
Saadetin zirvesindeydiler.
Ama hepi topu iki ay sürmüştü bütün mutlulukları.
Kocasının ölüm haberi öldürücü bir darbe indirmişti Gül Sultan’ın yüreğine.
Etine asit dökülmüş gibi derin yaralar açılmıştı yüreğinde.
O hüzünle bir hafta bile yaşaması imkansızdı.
Bir gece rüyasında;
“Sakın üzülme ! Sen Muhammed’i taşıyorsun,;kainatın en yücesi senden doğacak” demişlerdi.
Bu defa da gönlü iki çarpışmanın arasında kalmıştı.
Bir taraftan çok sevdiği efendisinden ayrılık ateşi yüreğini yakarken, diğer taraftan da dünyanın en güzel Gül’ünün nurlu bahçesi olmanın tatlı esintileri ruhunu serinletmişti.
Hani çağların çıldırma anı olur ya, işte içinde bulunduğu çağ da öyleydi.
Her türlü vahşi mahlukatın ürpetici sesleriyle çınlayan karanlık bir çöl gibiydi dünya.
Işığa hamile kapkaranlık bir dünya.
Değişim düşlerle başlardı.
Dünya hayra yorulacak düşlerdeydi.
Gül Sultan’ın düşleri, ufukların ilk muştusu olmuştu.
Ve o muştuyu yeryüzünde ilk o almıştı.
Neye hamile olduğunu çok iyi biliyordu.
Henüz daha yirmi üç yaşındaydı.
O, oğluna inanmış bir anneydi.
O Gül Sultan’dı.
O sene Mekke’ye bahar bir başka güzel gelmişti.
Muştular vardı ötelerden.
Madde ve mananın beklediği an gelmişti.
Dünya sırılsıklamdı.
Güneşin kalbi durmak üzereydi.
Gül Sultan da, doğum yapacağı ev de “Kutlu Doğum”a hazırlanmıştı.
Alemde ne varsa her şey sükun kesilmiş, atmosferin en seçkin molekülleri oraya sevk edilmiş ve o muhteşem anı beklemeye başlamıştı.
Nihayet beklenen şafak gelmişti…
Evin içersinde sadece Şifa hatun değil, Hz Asiyeler, Hz Meryemler, koşuşturup duruyordu.
Huriler sıra sıra ellerinde nurdan bohçalarla gelerek evin içini yüzlerinin nuruyla doldurmuştu.
Ötelerden gül kokuları geliyordu..
Derken bir anda gök kapıları açılmış ve karanlıklar sağa sola kaçışmaya başlamıştı.
Evin her bir yanını sarmıştı melekler.
Gül Sultan, nurlar içinde kendine geldiğinde ona yetim yavrusunu parmağı ile “Allah” derken göstermişler ve sonra yeniden bayılmıştı.
Rüzgarlar gül kokuları taşımaya başlamış, ağaçlar gül esintisi kesilmişti.
Bulutlar gül dökmeye başlamıştı insanlığın üzerine.
571 yılının nisanıydı…
Güneş yeni bir güne doğarken, melekler bütün madde ve manaya Nur Çocuğu müjdeleme yarışına girmişlerdi. Bir niyaz yarışı başlamıştı varlıklar arasında.
***
Nur Çocuk şimdi altı yaşındaydı ve aziz annesiyle hiç görmediği babasının kabrinden dönüyorlardı.
Gül Sultan’ın gönlündeki yaralar yeniden kanamaya başlamıştı.
Gözlerini , yaralı ceylanının gözlerinden hiç ayırmıyordu.
Hiçbir anne evladını onun gibi sevmemişti.
Yavrusu yetim dünyaya gelmişti, şimdi de yapayalnız kalıyordu ; Üzüntüsü ondandı.
Babası, bütün ölüm cenderelerinden sanki sadece oğlunun dünyaya gelmesine vesile olmak için kurtulmuş ve sonra da daha gencecik yaşta Sonsuzluğun Sahibine gitmişti.
Gül Sultan kendisi de bir melek dünyaya getireceği için, oğluna hamile kaldıktan sonra melekleşmiş ve bir başka beşerin kendisine dokunmasına izin verilmemişti. Ve bir melek hayatı yaşamıştı.
Bir azize gibi hayatını sürdürmüştü.
Şimdi çok sevdiği eşine gidiyordu ama gönlü geride bıraktığı yetim yavrusuna tutsaktı.
Yetim yavrusu başucunda;
“Anacığım! Neyin var” diye çırpınıp duruyordu.
O gece karası, o kederli gözleriyle yetim yavrusunun kaderden sürmeli gözlerinin içine bakarak;
“Rüyalarda gördüğüm gerçek…
Oğlum! Sen âlemlere gönderilecek peygambersin!
Ben de öleceğim.
Fakat senin gibi bir evlat bıraktığım için,
adım asla ölmeyecek…”
demiş ve oğluna ilk iman eden olarak bir sülün gibi uzanıvermişti ılık kumların üzerine.
Nur Çocuk, “annemden sonra annem” dediği Ümmü Eymen’le birlikte döndü Mekke’ye.
Gül Sultan gitmişti ama kainatta bing-bang gibi, bir ışık, bir gül patlaması yaşanmış, dünya bütünüyle, ışık ve gül banyosuna durmuştu.
Bir tepeciğin üzerindeki mütevazı mezarını çöl rüzgarlarının, okşadığı Gül Sultan’ın, bu gül mevsiminde gölgede kalmasına gönlümüz razı olmadı.
Vakit, Sonsuz Nur’un gönderilişine vesile sevgili babasına, Gül Sultan’a ve Gönüllerimizin Sultanı’naYasinler yollama vaktidir.