Gelmedin Ey Yar!
Bir kış günü uğradığımız Baltıklar’dan sabahın ilk ışıkları ile ayrılıyoruz. Hem de beyaz bir rüyada, ovaların, obaların, dağların, nehirlerin, denizlerin en tatlı baharların hayalini kurarken.
Bir sonraki durağımız Beyaz Rusya…
Bu sıcak insanlar ülkesini, kışın beyaz kollarında en derin uykusunda buluyoruz. Üşümenin ne olduğunu az çok bilirdim.
Özgür dağların eteğinde kurulu köyümün kışlarında kulaklarımın soğuktan nasıl kızardığını hatırlarım, Doğu Anadolu’nun karlı yollarında titrediğim, buz kestiğim günleri de…
Beyaz Rusya’da üşümenin bu olmadığını, üşümenin bir nevi yanmak olduğunu öğreniyorum.
Her şeyin sustuğunu, beyaz bir sessizliğin ortasında bütün bir bedenimin ağır ağır yok olduğunu fark ediyor, sadece yüreğimin çarptığını hissediyorum.
Soğuk avucunda sıkıyor, sıkıyor.
Soğuk; bir kurt gibi bedenimi kemiriyor. Ülkemin baharlarını özlüyor yüreğim.
Gece, üşümenin tadına varmak için yol arkadaşlarım Gökhan ve Selman’la birlikte bir masal şehir olan Minsk’in ışıklı caddelerine vuruyoruz kendimizi.
Mehtabın ışıklarını bolca döktüğü Özgürlük Meydanı’nı oldukça sakin buluyoruz.Başını göklere doğru uzatmış, beyazlara bürünmüş bir anıtın önünde karların arasından bir tutam alev yükseliyor.
Özgürlük ateşi…
Beyaz Rusların yüreklerindeki kandillerle tutuşturdukları bu esrarlı ateşi bu güne kadar hiçbir tipi ve fırtına söndürememiş.
Meydana bakan tarihi binaları aydınlatan sarı loş ışıklar, duvarlara asılı duran fenerler, mehtabın oluşturduğu ışıklı gölgeler, bu şehri bin bir gece masalları ülkesine döndürmüş.
Hiç bir ses duyulmuyor.
Sanki her şey lal kesilmiş, her şey donmuş… Ne rüzgârın tehditkâr homurtusu, ne suların sihirli şırıltısı, ne de şarkıların tatlı sesi…
Hava eksi 30’larda.
Üç arkadaş buzullardaki penguenler gibi yürüyoruz karlı yollarda.
Gece ve soğuk bizi Sviclac Nehri üzerindeki Gözyaşı Adası’na ulaştırıyor. Türbesine nur inmiş bir derviş gibi serin suların ortasında duran adada, Afganistan Savası’ndan dönemeyen askerler anısına yapılmış bir anıt karşılıyor bizi. Öyle içli, öyle dokunaklı bir anıt ki, anlatamam…
Hüzünlü türküler gibi.
Seyrine can dayanmıyor, alıp götürüyor insanı.
Beyaz Ruslar buraya “Gözyaşı Adası” diyorlarmış.
Oğullarının ve sevgililerinin cepheden dönmesini bekleyen yüreği sefkat dolu anaları, içleri sevgi ve özlem dolu sevgilileri simgeleyen anıtı görünce gözlerim doluyor. Analar, sevgililer, sel gibi göz yaşı döküyor, ah u afgan gökleri tutuyor.
Anaların telaşlı yüreklerinde at koşturuyor oğullar.
Buz kesen bir gecede bir parça tarih toprağı üzerinde hafızamın uğultusunu ve hatıralarımın iniltisini dinliyorum.
Anıta yaslanan başımın içi, kılıç şakırtısı, insan figanı, kan ve barut kokusu ile doluyor.
Cennete akan ırmaklar gibi akıyor gözyaşları. Bahar değirmenleri gibi ses çıkarıyor anaların yürekleri.
Hele vatanı simgeleyen bir ananın bağrına, başını dayamış, dizlerine başını koymuş evlatlar, neler söylüyor insana, neler…
Yıllarca savaşmaktan yorgun düşmüş, avurtları çökmüş, gözleri derinlere kaçmış askerler, savaşın yakıcı ateşinden, dondurucu soğuğundan anne vatanın sımsıcak bağrına sığınmışlar.
Başları örtülü kadınların melal pınarı gözlerinden dökülen yaşlar ellerinde tuttukları taslara doluyor.
Taslardan taşan gözyaşları mehtabın ışığında Siviclac nehrine karışıyor.
Birden sırtına ağır bir yük binmiş gibi ağırlaşıyor, durgunlaşıyor nehir.
Gece mehtabın ışığında yıkanan nehrin serin suları, tam önümüze geldiğinde bir sevgilinin bedenine sarılır gibi kollarını küçük adacığa sarıyor.
Ağırlaşan adımlarla Dinyaper’e doğru başını alıp gidiyor serin sular.
O an düşümdüm ki billur inciler gibi o gözyaşı adasından yola çıkan gözyaşları, Dinyaper Nehri’nde daha bir hıçkırıklara boğularak daha bir çoğalarak Kara Deniz’e dökülüyor.
Dünyanın en güzel boğazına, bir dilberin gerdanına dizilen inciler gibi dizilerek Marmara’ya, oradan da bizim kan ve gözyaşı adamız olan Gelibolu Yarımadası’na ulaşarak, Çanakkale’den dönecek evlatlarını bekleyen anaların gözyaşlarıyla buluşuyorlar.
Baktım, baktım, baktım…
O an anladım ki o hazin anıt dünyanın her yerinde savaş acılarının aynı olduğunu haykırıyor.
O hazin anıt dünyanın her yerinde sevginin, şefkatin, ana yüreğinin aynı olduğunu anlatıyor.
Daha bir gün önce hazin akıbetlerinden haberdar olduğum, Baltıklarda soğuktan donarak şehit düşen Plevne esiri Mehmetçiklerimiz düşüyor hayalime.
Bir daha sıcak yuvalarına, yavrularına kavuşamayan, “anne ben geldim” diyemeyen, yavrularını öpüp koklayamayan, sevgililerine sarılamayan, esaret yollarında, soğukların bağrında can veren şehitler oradan buradan koşup gelerek bir bir duruyorlar gecenin bağrında.
O gece o Gözyaşı Adası’nın önünde dururken Sviçlav Nehri’nin hazin şırıltılarında;
“Yarim gurbet elde, ateşi bende, vermişim gönlümü, sendedir sende” diyerek Edirne’ye doğru koşan güzel Rumeli kızlarının ve kadınlarının yanık ağıt seslerini işitiyorum.
O kış gecesi o hazin anıttan,
“Gece bir ses geldi derinden derinden, yarim beni mi çağırdı Yemen çöllerinden” diyerek Yemen’e gönderdiği sevgililerini bekleyen kızların yürek yakan türküleri yükseliyor.
O soğuk kış gecesi o Gözyaşı Adası’nın önünde cepheye gönderdikleri evlatlarını bir ömür boyu bekleyen Anadolu’daki analar düşüyor hayalime.
O gece anladım ki savaşan, acı çeken üşüyen, yaralanan sadece askerler değil; analar da sevgililerde savaşıyor, üşüyor, ağlıyor, yaralanıyor, yürekleri yoruluyor.
O gece mehtabın ışıklarında yıkanan o Gözyaşı Adası’nda Çanakkale’ye gönderdiği kocasını bir ömür boyu bekleyen Cevdet’in annesi de orada, Beyaz Rusyalı kadınlarla birlikteydi.
Beraber ağlıyorlardı savaştan dönmeyen kocalarına, sevgililerine, oğullarına.
Yıllarca Balıkesir Ali Şuuri Efendi İlkokulu’nun yanında ayakkabıcı tamirciliği yapan Cevdet Bey’in anlattıklarını bir kere daha derinden hissediyorum o gözyaşı Adasında;
“Rahmetli babam, Hafız Ali Çanakkale’de kaldığında anamın karnında yedi aylıkmışım…
O’nu hiç tanımadım. Bir fotoğrafı bile yoktu.
O günler çok zor günlerdi, seferberliğin sıkıntılı günleri, işgal yıllarıydı. Yoksulluk, sıkıntı; çocukluğumuz hep ekmek peşinde elemle geçti…
Ama anam, çocukluğumdan itibaren evden her çıkışında yanıma gelir ve; “Oğlum! Ben pazara gidiyorum, baban gelirse hemen çağır ha!” derdi.
Hiçbir gün;”Ben bağa, bahçeye, tarlaya gidiyorum baban gelirse hemen çağır ha!” demeden evimizin eşiğinden adımını dışarı attığını hatırlamıyorum.
Her sabah gün doğmadan, şehrin üzerine ışıklar serpilmeden kalkar babamı beklerdi.
“Anam babamı bekledi durdu. Büyüdüm dükkan açtım…
Annem yine her nere gidecek olsa dükkâna gelir, gideceği yeri söyler ve baban gelirse çağır ha!” derdi.
Bir ömür yüreği hep bir heyecan hep bir telaş içinde geçti: “Kocam ha bu gün ha yarın gelecek…”
Bazen kendi kendine mırıldanırdı; “Gelmedin ey yar, gelmedin, yüzünü bir kez daha görseydim, kokunu bir kez daha içime çekseydim, gelmedin ki ey yar, gelmedin.”
Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı, yine de hep bastonunu alır bana gelir ve “Oğlum ben komşuya gidiyorum baban gelirse çağır ha!” diye tembihlerdi.
“Gün geldi, anacığım ağırlaştı, ölüm döşeğinde bizimle helâlleşti.
“Evlatlarım! Bana iyi baktınız, hakkınızı helal ediniz “dedi.
“Sonra bana dönerek usulca; ‘baban gelirse, annem hep bekledi dersin’ dedi. Sonra birden irkilerek doğruldu ve kapıya doğru gülümseyerek; ‘Hoş geldin bey! Hoş geldin…’ dedi ve başı yastığa düştü.
One thought on “Gelmedin Ey Yar!”
merhaba..
Tarih, okunup dersler cıkaracagımız,bilgi kutüphanesi..
Toplum olarak gecmişimizi iyibilmek ve gelecegimizi,de.
Tarihlerden,dersler cıkarmak,yeni yeni gelecek kuşaklara,aktarmak..
zamanın ,da buradan,da bir bilim.insanı,bir degerli,,,DOST,,cıkmıştı..
Hic himselerin ugramadıgı,yerlere,ugrayıp,
Olmadık,umulmadık insanlara,,ALLAH,, rızası icin..
Ugramış,el at mış,el vermiş..
hep iyi ve güzel tarafından görmüş..
derler.derler.derler..saygı ve selamlar..