Gecenin ayazında üşüdü ümitlerimiz
Ordu’da sevdalı bir gün batımındayız.
Sık ağaçların arasından güneşin son kızıl ışıkları sızıyor.
Çamarası köyüne doğru kıvrılarak giden yolun kenarında yan yana duran üç mezar çıkıyor önümüze.
“Bunlar olmalı” diyerek iniyoruz arabamızdan.
Ortadakinin bir çocuk mezarı oluşu yanılmadığımızın işaretiydi.
Toprak mezarların başına dikilmiş incecik bir tahtadaki yazıya mıhlanıyor nemli gözlerimiz: “Komiser Yakup Aslan”
Aralarına küçük meleklerini de almış, hanımıyla yan yana yatıyordu.
***
Son zamanlarda haince kurulan pusularla şehit olan askerlerimiz yüreğimizi dağlıyor.
Ateş sadece düştüğü yeri değil, bütün Anadolu’yu yakıyor.
Şırnak’ta şehit düşen Piyade Onbaşı Hasan Güreşen’in küçük kızı Zehra’nın bir komutanımızın yakasındaki fotoğrafı “baba” diye minik elleriyle sevmesi, Hakkari’de yola döşenen mayınla şehit olan Binbaşı Murat Özyalçın’ın dört yaşındaki oğlu Utku’nun; “Anne babam neden gelmedi” sözleri hepimizin tükendiği andı.
Masum yavruların şehit babalarına el sallayışları derinden yaraladı hepimizi.
Bu son olaylar hayatımın en tatlı, en verimli dört yılını yaşadığım Van’da, unutamadığım bir acı öykünün bende yeniden depreşmesine vesile oldu.
“Komiser Yakup Aslan”
Onu ilk gördüğümde asil ve hakikatli bir yiğit olduğunu hemen anlamıştım. Sessiz-sakin duruşu, masum bakışı, sarı saçları ve yeni doğmuş hilalin kıvrımları gibi siyah kaşları ele veriyordu özünü:
“Bu insan hiç kimseye kötülük yapamazdı”.
Yüksek dağ tepelerinde yuvasında yavrularını bekleyen kararlı bir kartal gibi bakıyordu güzel gözleri.
İçim ısınmıştı bu insana.
O yıl sıcak ve polat yürekli doğu halkını sert bir kış bekliyordu. Terörün tırmandığı günlerdi. Soğuktu geceler… Doğuda kurşun gibi geceler kurşunlanırdı… Otobüsler durdurulurdu… Hangi virajı döndüğünüzde ölümün soğuk yüzüyle karşılaşacağınızı bilemezdiniz.
Köyler basılır, masum insanlar vahşice öldürülürdü. Ölüme doymayan dağlar, hayata geçit vermeyen yollar vardı…
Ve gecenin ayazında üşüdüğü günlerdi ümitlerimizin.
***
18 Şubat 1990…Komiser Yakup henüz otuz yaşındaydı. Karlı ve karanlık bir gecede ayrıldı sevgi dolu sıcak yuvasından. Son defa kokladı iki küçük yavrusunu. Hanımı Zeynep’le son defa göz göze geldiler. İçlerine bir şeyler doğmuş gibi helalleştiler. Ankara’ya görev için gidiyordu. Bindiği otobüs Darende yakınlarına geldiğinde ölüm pusu kurmuştu. Karlı dağlar geçit vermedi. Arkadaşlarıyla birlikte kurtulamadılar ölümün soğuk kollarından.
***
O gün yakın bir köydeki öğretmen arkadaşımızı ziyarete gitmiştik.
Bir aile dostu eşi Zeynep Hanım’a; ” Yakup Bey ağır yaralanmış. Ordu’ya götürüyorlarmış” der.
“Ne olur doğruyu söyleyin bana, gece Yakup’umu cennette gördüm, ‘ne olur bizi de al, ben çocuklarla ne yaparım sensiz,’ diye yalvardım.” sözleri iniltiyle dökülür Zeynep Hanım’ın dudaklarından.
Gecenin gizeminde, gerçekler güneş doğuncaya kadar saklanır ama gecenin sinesi bu sırrı saklamaya dayanamamıştır.
Kış, terörle birlikte doğuyu esir almıştı. İki küçük yavrusuyla gencecik bir kadın nasıl gider Ordu’ya.
Ordu’daki kız kardeşine, Ömer Çınar isminde öğretmenimizle birkaç gün önce söz kesilmiştir. “Birlikte gidelim abla” der Ömer Bey. Bu onun, Ömer Bey’den duyduğu ilk ve son “abla” sözü olmuştur. Gece şehre geldiğimizde otobüsün çoktan buzlu yollara kendini vurduğunu öğrendik. Arkalarından gitmeye çalışsak da polis hava şartlarından dolayı izin vermedi. Ertesi gün yollar geçit vermediği için otobüsün Erciş’te bekletildiğini öğrendik.
***
Komiser Yakup’un cenazesi memleketi Ordu’ya çoktan ulaşmıştı. Bir kaç ay önce anne babasının elini öperek ayrıldığı baba ocağına ateş düşmüştü.
Ateş tek bir evi yakmıyordu sadece; amcası, aynı zamanda kayınpederi idi. İki kardeşin evi birlikte yanıyordu.
Bir zamanlar çocuk yaşlarda sevmişlerdi birbirlerini bu evlerde. İlk aşk ateşi bu sokakta düşmüştü yanık yüreklere.
Bulutlardan boşanan yağmurlar sadece ateşin alevlerini artırıyordu. Her iki eve de “Yusuf’unu Kaybetmiş Yakup’un Hüznü” çökmüştü. Haberleşme, Ordu Orman Müdürlüğünün telefonuyla güç bela sağlanıyordu.
Otobüsün Erciş’ten hareket ettiği söyleniyordu. Komiser Yakup, iki küçük kuzusu ve eşinin son defa görmeleri için bekletiliyordu.
Saatler ilerledikçe acılar da esmerleşen gri bulutlar gibi koyulaşıyordu.
Zeynep Hanım’ın erkek kardeşi, sürekli Orman müdürlüğünde telefonun başında bekliyordu.
Bir ara telefon acı acı çalmaya başladı. “Kardeşimden haber var” diye kalktı telefonun bulunduğu yere doğru yürüdü. Telefonu açan memurun beti benzi atmıştı, son bir gayretle “sizi istiyorlar” dedi. Telefonun diğer ucundaki ses, otobüsün Tortum Nehri’ne uçtuğunu söylüyordu.
Yanık yüreği yerinden fırlamış, aklı başından uçmuştu. Başı döndü gözleri karardı.Odadaki bütün her şey dönüyordu. Önce telefon elinden düştü sonra kendisi yere yığıldı. Kar yağıyordu… Uzun hava ağıt karıştı yağan kara…
Gözyaşlarıyla düştük karlı yollara. Çileli yolculuk, yol boyunca uzanan Tortum Nehri’nin en keskin virajında noktalanmıştı. Otobüsün çok az bir kısmı görünüyordu nehrin üstünde.
Tortum, acılara aldırmaksızın, on yedi insanı gömmüş buz gibi bağrına başını almış gidiyordu. Soğuk, dişini geçiriyordu içimize. Tortum’da boğulan insanların bazı yakınları da gelmişti. Hepsinin yanaklarındaki yaşlar, donmuş inciler gibi karların üstüne düşüyordu.
Tortum mevsimin en soğuk günlerinden birini yaşıyordu. Dalgıçlar her daldıklarında bir cesetle çıksalar da, dipte vurgun yemiş gibi perişandılar. Tekrar dalabilmek için gidip bir evde hem kendilerini hem de elbiselerini ısıtıyorlardı. Bu da zaman kaybıydı…
Çıkan cesetleri Tortum’un karlı yamacına sıra sıra uzatıyorlardı. “Daha dün bu insanlar sıcak yataklarında yatıyorlardı” diyorum içimden.
Küçük Zehra’yı da annesiyle birlikte buz gibi karların üzerine uzattık. Gece boyunca buz gibi sular yıkamıştı anne ve kızın bedenlerini. Nehir, sanki içine çekmişti vücutlarının bütün kanlarını.
Ruhanileşen bu tertemiz bedenlere toprak değmesin diye, melekler, altlarına bembeyaz çarşaf sermişler, üzerlerini de ışıltılı kar taneleriyle örtüyorlardı.
Geceleri üzerine nur yağan bir kutlu türbenin sakinleri gibi anne- kız yan yana yatıyordu.
Büyülü beyaz manzara görülmeye değerdi. Sanki arkamı dönsem, melekler onları göklere uzanan beyaz ışıktan bir helezonun içinden alıp götürecekler gibi bir his vardı içimde.
Burası Ak dağların eteklerinde kurulmuş bir beyaz cenneti andırıyordu.
Kanlı Tortum, sanki uhrevi âlemde yıkanmış da, yakınları “son defa görsün” diye tertemiz, bembeyaz veriyordu cesetleri.
Ömer Çınar Bey’in babası, Karabük’ten gelmişti ama hâlâ oğlunun buz gibi bedenine bile sarılamamıştı. Sular, karanlık koynuna sakladığı Ömer’imizi bırakmıyordu. “Köylüler, Tortum alıp götürmüştür, nicelerini hiç geri vermedi” diyorlardı.
Dalgıçlar son bir umutla daldıkları Tortum’un buz gibi kollarından kopararak getirdiler Ömer’imizi. Kırk sekiz saatten fazla kaldığı soğuk sularda, onun da teni bembeyaz olmuştu.
Başına dayadığı elini hafif kaldırdığımızda sımsıcak kan sızıverdi, ak zambak gibi ağarmış yanağına.
Derinliğinde boğulan nehir, acılı babanın “Ömerim” feryadını da yuttu. Tortum’un derin suları bırakmadı ki, beyaza bürünmüş bayırlar bağrına bassın babanın hicranını.
Komiser Yakup, bekledi ama bir daha bu dünyada hanımı ve küçük beyaz meleği ile buluşamadı.
Tortum çayı geçit vermedi, ne onlara ne de taze sözü kesilmiş Ömer’imize.
Ordu, hiç böyle bir acı görmemişti.
Yanık yüreklerden savrulan alevler karları avucunda eritiyordu. Acılar pusu kurmuş her köşe başından hücum ediyordu kardeşlerin “kulübe-i ahzanına”*
Analar bekledi… Babalar bekledi… Komiser Yakup bekledi… Bir de sözü henüz kesilmiş Ömer’imizin, evlilik hayalleri kuran yaralı ve kınalı ceylanı bekledi.
Sevgi, henüz dalında küçük bir tomurcuktu. O kışın sert rüzgârlarında savruldu gitti.
***
O yıl hiç bitmeyecek dediğimiz kış bitmişti. Ve bir bahar günü, gün batımında uğradık Çamarası köyünün girişindeki kabirlerine. Vadilerde gölgeler çoktan koyulaşmıştı. Gün, yavaş yavaş gecenin kollarına bırakıyordu kendini
Güneş, kızıl elini uzatmış ağaçların arasından mezarlarını okşuyordu.
“Ben sensiz yaşayamam, al beni yanına” sözleri yeniden yankılandı yamaçlarda.
Sözünde ve sevgisinde samimi olan eşi Zeynep’le birlikte, küçük Zehralarını da almışlar aralarına sükûn içinde yatıyorlardı.
* Hz. Yusuf’tan sonra, Hz. Yakup’un evine verilen isim.