Eli boş gitme
Kızgın bir çöl… Güneş bir darağacı gibi duruyor gökyüzünde Bulutlar küskün…
Beyaz bir adam elinde kamera ile kızgın kumlarda kıvranmaya bile mecali olmayan çocukları çekiyor. Saniye saniye ölüme giden çocukları…
Açlıktan gözlerinin feri sömüş, dalakları şişmiş, inlemeye mecalleri kalmamış çocukları.
Siyah derilerine batırdıkları iğnelerle kanlarını içen sinekleri bile kovalamaya takatı olmayan çocukları…
Afrika’nın Begladeş’in Etiyopya’nın Nijer’in Sudan’ın Somali’nin çocukları bunlar… Anneleri babaları yok yanlarında, hepsi yetim ya da öksüz olmalılar. Çocuklar kendi başlarına bir bir ölüyorlar. Bir beyaz kadın hıçkırıyor başlarında.
Can bunlar…
Birilerinin daha iyi yaşaması için yok olan canlar.
Kızgın kumsala vurmuş balıklar gibi hepsi son nefeslerindeler. Yol tükeniyor, nefes tükeniyor, ben tükeniyorum.
“Ah insanlık…Neredesin?”
20. yüzyılın başından beri, birbiri ardına savaşlar ve kıyımlar yaşanıyor, 165 milyona yakın insan öldü ve hala ölüyor. 10 milyonlarca çocuğun anneleri babaları AIDS’ten öldü ve çocuklar öksüz kaldı.
Bizim kana kana içtiğimiz suya sahip olmayan muazzam bir nüfus var dünyada. Savaşlarla, terörle insanlar öldürülüyor. İç çatışmalar yaşanıyor, mazlum ülkelere saldırılar oluyor.
Daha birkaç yıl önce Kongo’da üç milyon kişi öldü, Ruanda’da, Sudan’da milyonlarca kişi öldürüldü.
Şu Ramazan gününde bile komşularımızda kıyametler kopuyor.
II. Dünya Savaşı’ndan bu yana 60 yıllık bir sürede değişik tahminlere göre dünya, askeri amaçlar için 100 trilyon dolara yakın para harcadı.
Bir nükleer denizaltı fiyatına birkaç üniversite kurulabilir, bir füze fiyatına düzinelerle okul, bir jet savaş uçağı yerine bir hastane kurulabilirdi.
Dünyanın yıllık askeri harcamaları, dünya nüfusunun yıllık gelirinin hemen hemen yarısı.
Altmış altı yıl önce dünya barışı için Birleşmiş Milletler kuruldu.
Altmış beş yıl önce kültürleri güçlendirmek, zihinlere aydınlık getirmek, insanlar arasında birlik, beraberlik sağlamak, dünyanın geri kalmış yerlerindeki manevi karanlığa bilim ve kültür ışıklarını götürmek için UNESCO kuruldu.
Dünya çocuklarını ve annelerini esirgemek için elli yedi yıl önce de UNICEF kuruldu.
Ama nafile.
Çocuklar ölüyor, insanlar ölüyor, insanlık ölüyor.
Bu durum karşısında insan ister istemez ah ediyor ve soruyor: Yaralı kuşlara bile vakıflar kuran, yuvasız kuşlara yuva yapan yüce ruhlar nerelere gittiniz?” Yine sordum, yine düşündümvve bu acı veren soruyu düşünürken birden Anadolu insanın cömert yüreklerinden yağan yağmurlarla sırılsıklam oldum. Anadolu koca bir yürek oldu, yardım olup yağıyor. Tırlar yollara çıkıyor, gemiler Kara Kıta için mavi sulara açılıyor. Vefakar Anadolu insanının bununla da yetinmediğini biliyorum.
Bu günlerde Anadolu koca bir yürek olmuş ağlıyor, yalvarıyor.
Her evde her sokakta her mahallede her mabette eller Somali için, Suriye için, şehitlerimiz için açılıyor, dualar onlar için yükseliyor.
Mahallemizin maneviyat merkezi camimiz bir haftadan beri yiğit yüzlü insanlarla dolup taşıyor.
Üç yıldan beri Kara Kıta’nın nice çorak topraklarına bir damla su düşmüyorsa , yapılacak başka bir şey olmalı, koşulacak başka kapı olmalı, deyip Rahmeti bol birinin kapısını çalıyorlar; Allah’ım! Eğer onların yürekleri bulutları coşturmaya yetmediyse ya da kapına gelmeyi unuttularsa veya onlara unutturulduysa bunda bizim de ihmalimiz var deyip, onlar adına ilahi kapının tokmağına dokunuyorlar.
Gecelerde dokunuyorlar, sahurlarda dokunuyorlar, seherlerde dokunuyorlar. O kapıdan boş dönülmeyeceğini bilerek dokunuyorlar.
Bu yiğit yüzlü samimi insanlar topluca Rablerine yalvarıyorlar.
” Allah’ım! Ne olur üç yıldır bir damla yağmur düşmeyen topraklara, susuzluktan kuruyan dudaklara merhamet eyle. Bir damla su, bir lokma ekmek için yollara düşen, kendilerini çoluk çocuklarıyla çöllere vuran ana babalara acı!
Allah’ım şu mübarek Ramazan ayında bile üzerlerine bomba yağan, evleri üstlerine yıkılan, beton blokların altında inleyen, kolları kırılan, bacakları kopan Suriyeli, Iraklı, Filistinli kardeşlerimizin acılarını dindir. Hain teröre kurban giden şehitlerimizin yavrularına yakınlarına sabır ver.”
Kadınıyla erkeği ile her seher Hakk’ın kapısın a koşan bu yiğit yürekleri görünce evliyalar sultanı Rabiatül Adevi’nin duaları, yakarışları geliyor hatırıma.
Ömrünün her gecesine, fakir kulübeciğinin bir köşesine serdiği seccadesinde başlayan bu kahraman kadın herkesin yumuşak yataklarına yürüdüğü anlarda;
“Allahım! Şu dakikalarda bütün sevenler sevdiklerinin yanına gidiyor, ben sana geldim” diyerek başlıyor yakarışlarına.
Basra’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açan bu yüce sultanın yüreğinde dünyaya yer yoktu. Doğduğunda annesi onu saracak bir bez parçası, odayı aydınlatacak kandil için bir damla yağ bulamasa da; Basra geceleri onun yüreğinden yükselen yakarışlarla aydınlandı;
“Ya Rabbi senin cehenneminden korkup sana ibadet ediyorsam beni cehenneminde yak, cennet sevdasından dolayı kulluk ediyorsam cennetinden beni ebedi mahrum et. Ama sana sevdalı, sana aşıksam beni senden mahrum etme.”
Yüreğinin yangınları ile yara yara yürür karanlıkları.
Ömrünün her gecesi böyledir.
Yine bu gecelerden birindedir.
Rabia Sultan yine niyazda yine namazdadır. Fakir kulübeciğin kilidi usulca kırılır ve içeri bir hırsız sessizce süzülür.
Daha içeri girer girmez yanlış bir yere geldiğini anlar hırsız. Çünkü bu fakir kulübecikte onun işine yarayacak hiçbir şey yoktur. Hilal hayal bir kadın seccadesinde namaz kılmaktadır.
Yine de gelmişken boş gitmeyelim diye eline bir iki kap kacak alarak biraz önce girdiği kapıya doğru yönelir.
Kapı yerinde yoktur.
Elindekileri aldığı yere bırakarak tekrar kapıya yönelir. Bu kez kapı yerindedir. Kapıyı bulmuşken bıraktıklarımı alayım diyerek geri döner.
Elindekilerle yeniden kapıya yönelir kapı yine yerinde yoktur.
Seven aciz bir kadınsa da sevilen her şeye kudreti yeten bir ulu sultandır.
Hırsız hayret makamındadır, şaşkındır. Selamını veren Rabiatül Adevi hırsıza; “Rabia’nın evinden eli boş gitme bari şu ibrikten abdest al da iki rekat namaz kıl git” der.
Hırsız içinde bulunduğu durumun şaşkınlığı ile ibrikteki suyla abdest alır ve namaza durur. Hırsız namaza durunca Rabia Sultan da duaya durur.
“Allah’ım! Bu kulun benim kapıma geldi eli boş döndü, ben de senin kapına gönderdim onu boş döndürme Allah’ım!”Hırsız namazın sonuna doğru göğsüne bağladığı elinin altından gönül yamaçlarına doğru tatlı bir esintinin yayıldığını farkeder. Taze baharlar açar yüreğinde. Namazdan sonra sadece ellerini değil yüreğini de açar Rabbine;
“Allah’ım! Bunca yıl neden hep başka kapılarda dolaştım durdum, neden senin kapına gelmeyi akıl etmedim. Allah’ım! Ne olur bana bundan sonra onun bunun kapısında yüz suyu döktürme!”
Gözyaşları sel olup akar. Fakir kulübeciğin kapısı kapansa da Hakkın kapısı açılır, Rabiatül Adevinin evinden boş dönse de Hakkın kapısından boş dönmez. Bu durumu gören Rabia Sultan; Allah’ım! Bu kulun bir kere kapına geldi onu kabul ettin, bense bir ömür boyu kapındayım böyle bir kabul görmedim” der. Ben ses yankılanır fakir kulübeğin duvarlarında “Onu da senin hürmetine kabul ettik”
***
Kızgın bir çöl…
Güneş bir darağacı gibi duruyor gökyüzünde Bulutlar küskün…
Beyaz bir adam elinde kamera ile kızgın kumlarda kıvranmaya bile mecali olmayan çocukları çekiyor.
Çocuklar kendi başlarına bir bir ölüyorlar. Bir beyaz kadın hıçkırıyor başlarında. Bir Anadolu dolusu insan “Allah’ım! Kullarını eli boş döndürme” diye yalvarıyor.