Bozkırın Işık Süvarileri…
Gece bozkır ayaza kesiyor.
Yere daha bir yakın duruyor bozkırda yıldızlar.
Gecenin karanlığında sonsuz beyaz dağların ardından ay yükseliyor.
Tanrı Dağlarının görkemli silueti yavaş yavaş ortaya çıkıyor.
Bozkırda yayılan yılkılar yıkanıyor ay ışığında.
Bir de küheylanlar…
Uçsuz bucaksız bozkırda dur durak demeden doludizgin koşan küheylanlar…
Kişneyişleri karşı karlı dağlarda yankılanan, kan-ter içinde koşan, sadece koşan küheylanlar
Mehtap, sonsuz bozkırın bütün güzelliğini göstermek istercesine yavaş yavaş yayıyor ışığını.
Issık Göl havzasını gümüş bir çanak gibi çevreleyen Tanrı Dağları bu dakikalarda gecenin aydınlığında daha bir billurlaşıyor, ululaşıyor.
Efsanevi büyülü Göl’ün üzerinde mehtap gittikçe yükseliyor.
Yıldızlar, dağlar, mehtap gönlünce dinleniyor büyülü gölde.
Dolunay, karşı dağları, gölü, sonsuz bozkırı bütün kötülüklerden arındırmak istercesine ışık sağanağında muttasıl yıkıyor.
Gecenin aydınlığında, gümüş bir kâsenin dibinde billurlaşan Issık Göl parıl parıl parlıyor.
Kış, daha bir direniyor bozkırda bahara
Gece ayaza kesiyor.
Gece ilerledikçe ayaz da ciğerlerimize sinsice sokuluyor.
Üşüyoruz.
Ama odalarımıza girmek istemiyoruz.
Sanki bir rüyadayız.
Hiç bitmesini istemediğimiz sabah aydınlığı bir rüyada.
İnsan "cennet böyle bir yer mi acaba?" diye sormadan edemiyor.
Ama şu kesin ki, insan yüreği inanılmaz bir sükûna, bir huzura eriyor burada.
"Avrasya’da birlikte yaşama kültürü" toplantısı için geldiğimiz Kırgızistan’da, son gece Issık Göl’de misafir edilmekten ziyadesiyle mutlu oluyoruz.
Tek bir kıpırtının tek bir sesin olmadığı bozkırda, sessizlik bir türkü gibi yükseliyor.
Bozkır en derin uykularında.
Gecenin bu büyülü güzel sessizliğinde; günler, geceler boyu dedesinin aldığı bir okul çantasına sarılıp yatan "Adsız Oğlan" düşüyor hayalime.
Kırgızların dünyaca ünlü edebiyatçısı Cengiz Aytmatov’un "Beyaz Gemi"deki Adsız Oğlan’ı…
Okuma umudunu bütün bütün yitirdiği bir gün, "Beyaz Gemi"deki babasına ulaşmak için, o günlerde umutsuzluğun sembolü olan bu gölün kıyısına kadar gelip, elindeki çantasıyla birlikte serin sulara atlayan Adsız Oğlan…
Birden bütün bir bozkırı esir alan sessizliğin tam ortasına "babaaa" diye bir feryat düşüyor.
Adsız Oğlan’ın sesi bu.
Babası vahşi suratlı insanlar tarafından Sibirya buzullarına sürgüne, annesi bir meçhule götürülen Adsız Oğlan’ın sesi…
Ardından acıklı bir babanın "balaaam" feryadı yankılanıyor karşı karlı dağlarda.
Diğerleri bu sesleri duydu mu bilmiyorum ama o yanık sesler sabaha kadar hem içimde hem de karşı karlı dağlarda bir ağıt gibi yankılandı durdu.
Sabah, güneş Tanrı Dağlarının ardından alev topu gibi yükselirken, karşı karlı dağlar önce alev alev tutuştu, sonra gözleri kamaştıran ışık deryasında bütün bütün silindi, kayboldu.
Bozkırın göğe bakan gözü Issık Göl, güneşin bütün ışığını içiyordu sanki.
Işıktan bir şal, o lacivert gölü, o sonsuz beyaz dağları, köyleri, kasabaları altına almıştı.
Tanrı Dağları’nın doruklarından dökülen bir ışık seli, gölden ıldır ıldır yükselen ışık buğusuyla buluşuyor ve köyleri, kasabaları, dağları, bozkırı yutuyordu.
Tanrı dağlarının bu ışık huzmesi içerisinde dalga dalga yükselen bayrağımız bir ışık gibi doluyor gözlerimize.
Issık göl Türk Lisesinin bahçesinde bozkırı bekleyen bir bayrağımız, Kırgız bayrağı ile göklerde buluşuyor, konuşuyor, el ele tutuşuyor
Seyrek bir ormanda sırtını, ulu bir çınarın gövdesine dayamış, gözlerini, Tanrı Dağları’ndan yükselen güneşe dikmiş bilge bir adam gibi öylece duruyor okul.
Okulun bahçesinde güzel giyimli bir genç sonsuz bir tebessümle karşılıyor, bizi.
"Hoş geldiniz! Adım Azamat, okul müdürüyüm"
Tıpkı konuştuğu Türkçe gibi, sevimli, duru bir havası var .
"Adım Azamat"deyince birden iki yıl önce Kiev sokaklarının kar koktuğu soğuk bir kış günü Ukrayna Kırgız Derneği’nde tanıştığımız Azamat Bey düşüyor aklıma.
Kiev’deki bu Kırgız Derneği birkaç kırık derik eşyanın bulunduğu son derece mütevazı bir yerdi.
Duvarda dünyaca ünlü yazar Cengiz Aytmatov iki elini yumruk yaparak yanağına yapıştırmış öylece duruyordu.
Yüzünün derinliklerinde yine o hiç eksilmeyen bildik keder…
Ömründeki hiçbir sevincin, yüzünde parlayan hiçbir gülüşün gölgeleyemediği amansız acı…
Odada her şey bozkır kokuyordu.
Şimdilerde başarılı bir işadamı olan Kiev Kırgız Derneği Başkanı Azamat Bey bizimle akıcı bir Türkçe ile konuşuyordu.
Yelesi bozkır rüzgarlarında savrulan bir aslan gibi siyah saçları iki yana ayrılmış bu bozkır yiğidine, Türkçe’yi nerede öğrendiğini sorduğumuzda;
"Ben Issık Göl Türk lisesinden mezun oldum" demişti.
Şimdi Hürrem Sultan’ın ülkesindeki Azamat Bey’in okuduğu okulda bizi bir başka Azamat Bey karşılıyordu.
Azamatların, Adsız Oğlanların okulunda olduğumuzu fark ediyoruz.
Azamat Bey’e, okulundan memnun olup olmadığını sorduğumuzda, gökçek yüzünün derinliklerinde bir hüzün bulutu belirmiş ve;
"O okul sonsuz bir hayatın, hazansız bir baharın kapılarını açtı bize; nasıl memnun olmam," demişti.
Nasıl oldu bu diye sorduğumuzda da;
"Ben ölümden çok korkuyordum. Bir cenaze gördüğüm zaman günlerce kendime gelemiyordum. İşte bir insan daha sonsuza dek yok oldu gitti, diye düşünüyordum. Bir müddet sonra bütün bütün unutulacak ve hiç kimse hatırlamayacak…
Her doğan gün, her batan güneş bir şeyler alıp götürüyordu benden.
O günlerde Türklerin okul açtığını duydum. Hemen gidip kaydımı yaptırdım.
Öğretmenlerimiz çok iyi insanlardı.
Öğretmenden ziyade yüreği merhamet dolu birer ağabey gibiydiler.
Bir gün, bir öğretmenimiz sohbet sırasında; ‘Ölüm, bir yokluk, bir son değil, kabir de kör bir kuyu değil, öldükten sonra yeniden dirileceğiz, kabrin arkasında ebedi bir hayat bizi bekliyor.’ dedi.
İlk defa duyuyordum bu sözleri.
‘Yaşasın! öldükten sonra yeniden dirilecekmişiz’ diye çığlık atmışım.
Evde annem, babam "biz Müslümanız" derlerdi ama onlar da, yeniden dirilmeye, Cennet-Cehenneme dair hiçbir şey bilmiyorlardı.
Öğretmenimizin anlattıklarını can kulağı ile dinlemekle yetinmiyor, aynı zamanda içiyorduk.
‘Nasıl, kıştan sonra bahar, karanlık bir geceden sonra nehar(gündüz) gelirse, kışın ölen kuruyan ağaçlar, bahar gelince yeniden dirilir çiçek açarsa aynen öyle de; bizler de öldükten sonra yeniden dirilerek kabirlerimizden kalkacağız. Bizleri ebedi bir hayat, hazansız bir bahar bizi bekliyor.’
Öğretmenimizin sözleri ruhumdaki tipileri dindirmişti.
İçimde beni yutmak için kabarıp duran dalgalar yatışmıştı.
Sonra anladım ki yokluk ve yalnızlık korkusu sadece beni değil, meğer o yıl okula kaydolan bütün arkadaşlarımın içini kemirip duruyormuş.
Hepimiz çok mutluyduk.
O günden sonra içimizdeki Cennete doğru bir yolculuk başladı.
Biz bu okullara çok şey borçluyuz," diyerek anlatmıştı okulundan memnuniyetini.
Şimdi nice Azamatlara hazansız baharların kapılarını aralayan okulun bahçesindeydik.
Çiçek çiçek bir bahar yükseliyordu karşımızda.
Türkiye’ye geldiği bir gün, Adsız Oğlan’ın ta kendisi olan ama bunu kimselere söyleyememiş olan Aytmatov’a, ; "Senin Issık Göl’de kaybettiğin ‘Adsız Oğlan’larını, aramaya Anadolu’dan on binlerce öğretmen gitti" dediğim günler geldi hatırıma.
Şimdi, bir zamanlar nice umutlarının, nice hayallerin gömüldüğü bozkırlardan, Issık Göl’den baharlar yükseliyor, Azamatlar, Adsız Oğlan’lar karanlık bozkıra ışık düşürüyorlar.
Bozkırda her yer ışık.
Tanrı dağlarından dökülen bir ışık seli, gölden ıldır ıldır yükselen ışık buğusuyla buluşuyor ve köyleri, kasabaları, dağları, bozkırı yutuyor.
Bozkırda yayılan yılkılar yıkanıyor güneşin parlak ışıklarında.
Bir de küheylanlar…
Uçsuz bucaksız bozkırda dur durak demeden doludizgin koşan küheylanlar…
Kişneyişleri karşı karlı dağlarda yankılanan, kan-ter içinde koşan küheylanlar,
Bozkırın Işık Süvarileri’yle hep önde, en önde koşuyorlar.