Bir yalnız gül yıkanır ikindi yağmurlarında…
Çölde bütün haşereler ağızlarını açarak bir damla su dilenmektedir.
Çöl sıcaklarının aralıksız baskınlarındadır Medine.
Birden kapı vurulur. Bu ses, "İpeklere yumuşaklık bağışlayan" babasının sesidir.
Kapıya koşar.
Geride garip hisler bırakarak dokunduğu her şeyi gurbet renkleriyle giydiren akşam güneşinin zarif ve zengin hissiliği vardır babasının üzerinde.
Daha fazla dayanamaz. Sarılır babasının boynuna. Sarsıla sarsıla ağlamaya başlar.
"Ağlama kızım! Allah bir gün gecenin olduğu her yere babanın ışığını ulaştıracaktır."
***
Yine Gül günlerindeyiz…
Gök, gül kokulu nisan yağmurları serpiştiriyor.
Rüzgârlar gül kokmakta, ağaçlar gül esintisi…
Bundan on beş asır önce…
İnsanlığın, merhamet memeleri çekilmiş, sevgi pınarları kurumuştur.
Geceleri, çöllerde kız çocuklarının çığlıkları duyulmaktadır.
Her türlü vahşi mahlukatın ürpetici seslerinin duyulduğu karanlık bir çöl gibidir, dünya.
Ve değişim düşlerle başlar.
Dünya hayra yorulacak düşlerdedir.
O sene Mekke’ye bahar bir başka güzel gelmiştir.
Muştular vardır ötelerden.
Ve bir gece …
"Kumdan, ayın on dördü bir öksüz çıkıverir."
Karanlıkta bir gül açar.
Yalnız Gül…
Derken, açılan gök kapılarından püsküren ışıkların önünde karanlıklar kaçacak yer arar.
Bulutlar gül yağmurlarına durur.
Güneş yeni bir güne doğarken, melekler bütün madde ve manaya Nur Çocuğu müjdeleme yarışına girer.
Mekke’nin kalbi Kabe, nefes alıp vermeye başlar.
Zamanın dudakları tebessüme durur.
Şafakların çehresi güler.
Nur çocuk yetim gelir, yalnız gelir, babasız gelir dünyaya.
Çok geçmeden anasız, Gül Sultan’sız kalır.
Yalnızdır, yapayalnız.
Anası, çölü bekleyen bir ağacın altında son anlarında, o gece karası, o kederli gözleriyle yetim yavrusunun kaderden sürmeli gözlerinin içine bakarak;
"Rüyalarda gördüğüm gerçek.
Oğlum!..
Sen âlemlere gönderilecek peygambersin!
Ben de öleceğim.
Fakat senin gibi bir evlat bıraktığım için,
adım asla ölmeyecek…"
der ve bir sülün gibi uzanıverir ılık kumların üzerine.
Yetim Gül artık hepten yalnızdır.
Yaşı kırka geldiğinde iyice yalnızlığa bürünür.
Göklerin güzelliğini kucaklayan Hira Nur Dağına çekilir, günlerce bir başına kalır.
Her zerresinden ışık fışkıran dağın doruklarında bir kutlu inzivadadır.
Hoyrat şimal rüzgârlarının çölde çığlık çığlığa estiği karanlık gecelerde, uçurumların, yarların, en sarp yamaçların başında bir başına duran hüzün çiçeği gibi büker boynunu.
İnsanlardan, seslerden, uzak bir dağın başında;
Hira-Nur Dağı’nda…
Ne yer, ne içer…
Kim dinler ızdıraplarını?
Kim duyar?
Yıldızlara, göklere yakındır.
İnsan sesinden ziyade meleğin sesine yakındır.
Yalnızdır, yapayalnız…
Derken, gök kapıları aralanır. Altı yüz yıldır suskun duran semanın dili çözülür. Meleğin kanatları vahiy yağmurlarına yüklü buluttur.
Bir Yalnız Gül yıkanır ışıklı ikindi yağmurlarında.
Ama çok sürmez.
Bir an yağıp sonra kesiliveren yaz yağmurları gibi kesiliverir.
Gökler yeniden derin bir suskunluğa bürünür.
En çok da Mekkelilerin, "Rabbi Muhammedi terk etti" deyişleri dokunur yalnız Güle.
Yine yalnızdır, yapayalnız…
O yalnız günlerin birinde, kendi gibi yalnız ve mahzun olan Ka’be’ye gelir.
Güneş, taze ve parlak kuşluk ışıklarını şehrin üzerine boşaltmaktadır.
Doğuştan sürmeli gözleriyle gökyüzüne doğru bir bakar, sonra Ka’be’ye doğru döner, ellerini bağlar.
Biraz sonra bir çocuk gelir.
Öyle güzel öyle sevimli bir çocuk… O da ardına durur.
Bir kadın, soylu bir kadın gelir, o da çocuğun ardına durur.
Yalnız Gül eğilir, onlar da eğilir, o secdeye gider onlar da gider.
Çocuk Ali’dir. Soylu kadın, Hazreti Hatice…
O gün yeryüzünde o üç insandan başka Allah’a ibadet eden hiç kimse yoktur. Kabenin de Yalnız Gül’ünde yalnız yıllarıdır.
Mekkeliler, zulüm ve işkencelerle üzerine geldiklerinde de yalnızdır.
Belki Taif’liler dinler diyerek, Taife gider.
Daha "Ben Allah’ın peygamberiyim" der demez hemen içlerinden birinin "Allah senden başka peygamber olarak gönderecek kimse bulamamış mı?" dediğinde yalnızlığını daha bir derinden hisseder.
Azatlı kölesi Hazreti Zeyd’le yüz-geri dönerken bağrı başı kan revan içindedir.
Yüzü, gözü, gönlü yaralı; elbisesi kanlıdır.
Çölü bekleyen yalnız bir ağacın altına sığınır.
Hiç kimsesi yoktur…
Yaralı yüreğini ve acı çiçeği, kırmızı bir lale gibi kanlı ellerini kimsesizlerin sahibine açar;
"Ey zayıfların güçsüzlerin Rabbi, benim de Rabbim beni kime bırakıyorsun?" der ve ağlar. Yalnızdır, çok yalnız ağlaması ondandır.
Karşı bağdan ikram edilen üzüme elini uzatırken "Bismillah" deyince, üzümü getiren kölenin;
"Be garip adam sen kimsin? Buralarda bu kelimeyi hiç kimseler bilmez."
"Ya Sen?"
"Ben şu bağda çalışan bir köleyim, Ninova’lıyım"
"Demek, kardeşim Yunus’un memleketindensin."
"Sen onu nereden biliyorsun?"
"O da benim gibi peygamberdi, o da kavminden çok çekti."
Aylar süren tehlikeli çöl yolculuğundan sonra Yine Mekke’nin kapısını çalar.
"Giremezsin!" diyerek dikilirler karşısına.
İçerde yetim kızları vardır.
Günler, geceler boyunca kerpiç evin kapısında, pencerenin önünde yüreğini kandil yaparak babasını bekleyen Hazreti Fatıma vardır.
Gözü pek bir kahramanın araya girmesiyle güç-bela girer, ateş yurdu Mekke’ye.
Yapılanlar, Yalnız Gül’ü incitir, yüreğini kanatır.
Gece, başını yastığa koyduğunda yaşlar süzülür, gül yanaklarından.
Kimsenin görmediği yetim ve yalnız gözyaşları.
Atmosfer gibi göğsünü musibet meteorlarına siper eden sevgili eşi, soylu kadın Hazreti Hatice artık yoktur. Karanlıkta durup aydınlığı savunan amcası Ebu Talip de…
Yalnızdır.
"Amcacığım yokluğunu ne çabuk hissettirdin" derken çok yalnızdır.
Bir gün Mekke’den hepten çıkarılırken yine yalnızdır.
Şehrin dışına çıkınca ey Mekke! Vallahi seni çok seviyorum, eğer beni senden çıkarmasalardı asla senden ayrılmazdım derken de…
Medine günlerinde etrafında, uğruna canını feda edecek on binler olmasına rağmen o yine yalnızdır.
Her sefer dönüşü önce mescidinde iki rekat namaz kılar, dua eder, sonra da, hanımlarından önce, can parçası kızı Hazreti Fatıma’ya uğrar.
Hazreti Hatice vefat edince elbiselerini o yıkamış, yemeğini o yapmış, yalnız yıllarında hep o yanında olmuştu. Onun içindir ki can parçasına, "babasının anası" derdi.
Ka’bede namaz kılarken üzerine attıkları toz toprağı da, evden koşarak gelip, göz yaşları ile o yıkamıştı.
O sefer dönüşü de yine öyle yapmıştı, önce can parçası Fatıma’sına uğramıştı.
Çölde bütün haşerelerin ağızlarını açıp, gözlerini göğe dikip, bir damla su dilendikleri dakikalardı…
Çöl sıcakları aralıksız baskınlardaydı. .
Birden kapı vuruldu. "İpeklere yumuşaklık bağışlayan" babasının sesiydi bu. .
Kapıya koştu.
Geride garip hisler bırakarak dokunduğu her şeyi gurbet renkleriyle giydiren akşam güneşinin zarif ve zengin hissiliği vardı babasının üzerinde.
Güllerin Efendisi’nin üstü başı perişandı.
Yorgundu.
Çölden gelmişti.
Yüzü gözü toz toprak içindeydi. Yaşı da bir hayli ilerlemiş, sakalı ve saçları yer yer ağarmıştı.
Babasını o halde görünce hayalinde tıpkı bir gül gibi acılar yaprak yaprak açıldı.
Senelerden beri içinde birikmiş duygular depreşti.
Daha fazla dayanamadı. Sarıldı babasının boynuna. Sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.
"Ağlama kızım! Allah bir gün gecenin olduğu her yere babanın ışığını ulaştıracaktır."
……………………………………….
Osman Sarı "Önden Giden Atlılar"ı Afrika fatihleri için yazmıştır.
Atını sonsuz okyanusa sürerek, "Şu uçsuz bucaksız derya önüme çıkmasaydı adını daha ileri götürürdüm, Allah’ım!" diyen Ukbe b. Nafi’ler için…
Günümüzün Işık Süvarileri gül kokulu atlarını Afrika’nın uçsuz bucaksız çöllerinde, Asya’nın bozkırlarında onun adına koşturuyorlar.
Tarihin hiçbir devrinde gidilemeyen Okyanusların sonsuz maviliğinin ortasındaki adalarda ve buzullarla kaplı kutuplarda, kuzey ışıklarına kavuşan Işık Süvarileri O’ndan aldıkları ışıkla ve beşaretle aydınlatıyorlar geçtikleri yerleri.
"Ağlama kızım! Allah bir gün gecenin olduğu her yere babanın ışığını ulaştıracaktır."