Beni Akrabalarıma Hasret Bıraktılar
Mahallemizdeki apartmanların balkonları ışıl ışıl…
Yeni bir yıla yeni bir doğuşa göz kırpıyor ışıklar…
Ömrümüzden bir yıl daha eksiliyor.
Eksiliyoruz…
Her an her saniye her gün her sene biraz daha eksiliyoruz.
Kim bilir belki de, eksile eksile çoğalıyoruz.
Geçen haftaki yazımda gurbetteki iki taziye evini yazmıştım.
Bu hafta taziyelere biz ev sahipliği yapıyoruz. Sevdiklerimiz sonbahar yaprakları gibi dökülüyorlar.
Daha dün aynı sokakta, aynı sofrada, aynı odada aynı karede birlikte olduklarımız bugün yok artık aramızda.
Gün geçmiyor ki ölüm haberi almayalım.
Kimimizin babası, kimimizin annesi, kimimizin kardeşi sanki zemheri soğuklarına kalmak istemiyorcasına bir bir ayrılıyorlar aramızdan.
Yazımın başına oturduğumda yine bir ölüm haberi ile sarsılıyorum.
Her gün biraz daha yalnızlaşıyoruz.
Önce babam, sonra kayınvalidem, sonra anam derken şimdide eşimin kız kardeşi ayrıldı aramızdan. Geride dört körpe çocuğu öksüz kaldı. İlkinin daha geçenlerde sözü kesilmişti. Önümüzdeki günlerde bir başka gurbete gelin giderken yanında annesi olmayacak.
Eşim hemen her gece kardeşi ile görüntülü telefonla uzun uzun konuşurdu.
Çocukluklarından, ilkokul günlerinden, komşudan aldıkları ödünç kalemle yaptıkları ödevlerden, yokluk ve yoksulluk günlerinden konuşurlardı. Bende kulak misafiri olurdum o konuşmalara. Çoğu bildik konuşmalardı.
Aynı köyde büyümüştük.
En son 2015’te anamın cenazesinde buluşmuşlardı birbirleriyle. Aynı evde, aynı sokakta büyüyeceksiniz, aynı okulda okuyacaksınız sonra gurbetleri vatan edinecek ve yıllarca görüşemeyeceksiniz.
Önceleri hemen her yaz görüşür buluşurlardı ülkelerinde. Son beş yıldır hasrettiler birbirlerine.
Babaları Mehmet Hoca köyde saygın bir insandı. Benim gibi köydeki pek çok çocuğun Kur’an öğrenmelerine vesile olmuştu. Uzun kış gecelerinde Derviş Odası’nda köylülere o günlerde revaçta olan Kan Kalesi, Siret’ü-n Nebi gibi kitaplar okurdu.
Geçen hafta birkaç günlüğüne bir seyahate çıkmıştım.
İkamet ettiğim gurbet ülkesine dönerken yolda aldım acı haberi. Hem de Meriç’ten yeni geçmiş bir muhacirin evinde yaşadıklarını dinlerken. Seksen yaşına yaklaşmış, saçlarına, bıyıklarına, kaşlarına karlar yağmış bu zariflerden zarif insanı dinlerken…
“Gözaltında iken bir hafta boyunca her gün işkence odasına götürdüler” derken gözlerinin altındaki kırışıklıklara bir kaç damla sızıverdiğini fark ettim. Gerisini anlatmadı. Yaşadığı acıları paylaşmaktan hayâ eden bir yüceliğe ve soyluluğa sahip bu insanı dinlerken telefonum acı acı çaldı.
Arayan eşimdi…
“Kardeşim” dedi.
Siyah bir bezle bağlanan gözlerin, kelepçelenen ellerin, kanlı duvarların, çığlıkların, sabahı olmayan kapkara gecelerin, demir kapıların, mazgalların, tel örgülerin, Meriçlerin üzerine bir anda birkaç damla gözyaşı düştü.
“Kardeşim” dedi eşim. “Kardeşim sizlere ömür”
Onlar başka bir gurbette, biz başka bir gurbette…
Gurbetler sesleniyor bir birine.
“Her gün biraz daha eksiliyoruz
Her doğum günümüzde bir parçamız daha ölüyor
En acı makamdan çalıyor bütün şarkılar”
Evet, her gün her gün biraz daha eksiliyoruz.
Her batan güneş her doğan gün bizi biraz daha eksiltiyor biraz daha yalnızlaştırıyor.
Bir gün, diğer bir günün tekrarı gibi görünüyor ama değil.
Hasretine tutunduğumuz her şey bir eksilme ile bizi karşılıyor yeniden…
Her nefeste, her adımda biraz daha eksiliyoruz.
Hayat her gün biraz daha eksiliyor. Bir yanımız gibi… Diğer yanımız gibi… Diğer yanımızın yarısı gibi.
İlla da, kendi kavlince sürdürüyor devran içindeki devranını…
Eşim, uzaktan çok uzaktan hep takip etti kardeşini… Nereye gömüleceğine varıncaya kadar…
Yıllar önce uçağın içinde geldikleri gurbetten uçağın kuyruğunda bir tabutun içinde dönüşünü takip etti.
Bazen sessiz sessiz ağladı bazen hıçkırıklarına hâkim olamadı.
“Kardeşim çok genç gitti onu annemin yanına gömün” dedi.
Her çalan telefon, her çalan kapı zili teselliye vesile oldu.
Ölümün ağırlığını alıyor taziyeler…
Eşim, kardeşinin cenazesine gidemedi. Gitmek istesen de gidemezsin ki…
Kardeşi kardeşe hasret bıraktılar.
Üstadımızın dediği gibi bizi akrabalarımızdan mahrum bıraktılar.
Üstadımızın yeğeni Suat Ünlükul’un eşi Şükran Hanım anlatıyor…
“Sene 1959… Üstad’ın, ismini “Seyda” koymamızı söylediği oğlumuz yeni doğmuştu. Kırıkkale’de bulunan bir akrabamızın yanına saatlerce süren meşakkatli bir tren yolculuğundan sonra varmıştık. Eşim Suad Bey polis amirlik sınavına girmek istiyordu. O dönemdeki şartlar malum, hem maddi hem manevi baskı altındaydık.
Bu arada eşimin tayini Konya’ya çıktı…
Eşim Suad Bey, kayınpederim Abdülmecid Ünlükul’a ısrarla amcası Bediüzzaman’ı görmek isteğini söylüyordu. Aldığı cevap ise hep aynıydı:
“Bak oğlum, görüşmeye gidersen seni memuriyetten alırlar. Biliyorsun Seyda’nın akrabalarına memuriyet yasağı koydular. Beni bile memuriyetten aldılar. Bir de sen amir olmak istiyorsun. Bırak sen amir olmayı, memuriyetini bile yakarlar…”
Buna rağmen Eşim Suad Bey, şefkat abidesi babasına hissettirmeden Konya’dan Emirdağ’a gitti…
Emirdağ meydanında isimlerini şu an hatırlayamadığım Üstad’ın hizmetinde olan iki kişi Suad Beyi karşılıyorlar;
“Suad Bey hoş geldiniz, Üstad sizi bekliyor” diyorlar.
Eşim şaşırıyor, “Ama amcam benim geleceğimi bilmiyordu, nasıl olur?” diyor.
“Üstadımız seni almak için bizi yolladı” diyorlar.
Bu sözler kendisini daha da şaşırtarak heyecanla yola koyuluyorlar.
Üstad’ın kaldığı eve vardıklarında Suad Bey’in heyecanı doruk noktaya erişiyor.
Amcası ile buluşma sahnesini bana anlatırken sanki o anı bire bir yaşıyordu…
‘Elim ayağım titriyordu, amcamı görecektim.’ Derken Üstadımızla karşılaştığı andaki gibi gibi eli ayağı titriyor, gözlerinden yaşlar süzülüyordu…
‘Bütün zorluklara rağmen işte amcamın kapısındaydım. Kapıyı çaldım ve içeri girdim. Bir anda gördüğüm manzara beni çok etkilemişti…
Orta büyüklükte bir oda, yerde ince bir kilim, ayaklarınızı bile uzatamayacağınız kadar küçük boyda bir yatak ve onun üzerinde oturan amcam Bediüzzaman…
Beni görür görmez ‘Suad’ım!’ diye boynuma sarıldı ve başladı ağlamaya. Elini öpmem bile mümkün olmadı.
‘Beni akrabalarıma hasret bıraktılar’ dedi ve çok ama çok ağladı. İçimizdeki o hasretle birbirimize sarılıyor ve beraber ağlıyorduk. O anda içimizde kopan fırtınaları anlatmak o kadar zor ki..!
Tekrar tekrar birbirimize sarıldık.
Seyda’nın yanından ayrılma vakti gelmişti. Seyda benim zorluklarımı biliyor gibiydi. ‘Suad’ım senin tayının çok az’ dedi ve cebinden kesesini çıkardı dört tane sarı yirmi beş kuruş saydı, ‘Suad bu senin harçlığın, tayının’ dedi. Dört adet yirmi beş kuruşu bana verdi. Sonra ‘Suad’ım sen burada fazla kalma, buraya gelirler seni de yakalarlar, ekmeğinden olma. Hemen seni götürsünler, otobüse bindirsinler. Abdülmecid’e de selam söyle. Öp benim yerime, onu çok özledim’ dedi.
Ayrılırken ‘amca sana bir şey soracağım’ dedim.
‘Sor Suad’ım’ dedi.
‘Ben amir olmak istiyorum ne dersiniz?’
‘İçimizden bir polis olsun tabi. Amir de olacaksın. Ama ilk seferinde değil, daha sonra olacaksın. Gel gelelim iki sefer hapisliğin de olacak’ dedi.”
Bir daha görüp göremeyeceğimi bilemediğim amcamın yanından öylece ayrıldım.”
Mahallemizdeki apartmanların balkonları ışıl ışıl…
Yeni bir yıla yeni bir doğuşa göz kırpıyor ışıklar…
Ömrümüzden bir yıl daha eksiliyor.
Eksiliyoruz…
Kim bilir belki de eksile eksile çoğalıyoruz.
Çoğaldığımız muhakkak ama bir de akrabalarımızdan ayrı bırakmasalardı.