Bediüzzaman Ümitsiz Olmaz
Alnından Öpülen Adam
Uzun zamandan beri ara verdiğim yazılarıma yeniden merhaba demek için masama oturduğumda İskandinavların bu kuzey ülkesinde yaz yağmurları kurumuş toprağa umut olmak için aralıksız yağıyordu.
İlahi bir sada “ey kullarım ben sizi unutmadım” dercesine gök gürlüyor, yıldırımlar indirmeler yapıyordu. Sanki gökler yarılıyordu. Nice zamandır yağmurdan umudunu kesmiş olan kurumuş toprağın, solgun çimlerin, başını eğmiş çiçeklerin yürekleri umutla doluyordu.
Umut, her bir canlının her bir ferdin her bir toplumun son sığınağıdır. Onu kaybeden her şeyini kaybetmiş sayılır.
Bir hayli aradan sonraki bu ilk yazımda dünden bu güne güzel ülkem bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor.
Tek parti dönemi… Demokrat Parti dönemi… Darbeler… Muhtıralar… Ardı arkası kesilmeyen kısa ömürlü koalisyonlar dönemi ve sonra 12 Eylül günleri…
Tek parti döneminin sonuna gelindiğinde ülkemizde de umutlar adeta tükenmişti. Ekonomik olarak en zor günlerini yaşayan Türkiye manevi açıdan da çok kötü günler geçiriyordu. Yokluk ve yoksulluk diz boyu idi. Maneviyat adına ise orada burada görünen titrek birkaç ışıktan başka bir şey görünmüyordu. Köylerde kasabalarda cenaze yıkayacak kimse kalmamıştı. Sadece halk değil, tek parti döneminin milletvekilleri bile bu duruma isyan eder hale gelmişti.
Bunun üzerine, on aylık imam-hatip kurslarının açılmasına karar verilmişti.
Bediüzzaman’lar, Süleyman Hilmi Tunahan’lar, Mehmet Zahit Kotku’lar, Necip Fazıl’lar ve daha niceleri; Füsûnlu ışıklar gibi en karanlık gecelerin bağrından fışkıran bu aydınlık insanlar, akıp giden yıllar içinde yeniden doğuşun ihtişamlı destanını o sessiz çığlıkları ile yazmaya çalışıyorlardı.
Sıradağlar gibi her zaman tipiye, borana meydan okuyan bu fecir süvarileri, sürekli karla-buzla savaşıyor ve her mevsim meyve veriyor olmanın sırrını keşfederek, şartlar ne olursa olsun hep gül yetiştiriyor ve gül türküleri söylüyorlardı.
Tek parti sultasının bitmesiyle, iktidarın güdümündeki medyaya alternatif olarak birer ikişer yayın hayatına başlamıştı. Nispeten ezilen insanların sesi olan o gazetelerden biri de Hüradam’dı. Ama o bile bir nüshasında ümitsizlikten bahsediyordu. Gazetedeki spot cümle aynen şöyleydi:
Bütün ümmet ümitsizlik içinde, hatta Hz. Üstad Bediüzzaman bile!
Mazlumları gür sesi avukat Bekir Berk bu cümleleri okur okumaz kaleme sarılır.
“Bediüzzaman ümitsizliğe düşmemiştir!” başlıklı o meşhur yazısını kaleme alır.
Şu satırlar o yazıdan:
Herhalde sürç-ü lisan olarak yayınlanmıştır bu cümleler. Zira gerçek iman sahibi yeise kapılmaz… Hele hele ölümle yargılanırken bile, “Saçlarım adedince başım olsa her gün biri kesilse Hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu Hizmet-i Nuriye ve İmaniye’den vazgeçmem. Bana ızdırap veren, yalnız İslâm’ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet (karşı koymak) kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!” diyen muhterem müvekkilimin ümitsizliğe kapılacağını zannetmek büyük bir hatadır…
Gece boyunca yazısıyla meşgul olduğu anlaşılan Bekir Berk, uzandığı sedirde uyuyakalır. Rüyasında bir durakta otobüs beklerken uzaktan bir fayton görünür. Faytonu çeken atlar tam yanına geldiğinde durur. Faytonun içinden başını uzatan nurani zat Bediüzzaman’dır. Bekir Berk’in omuzlarından tutar. Tam alnından öpeceği an Bekir Berk çalan telefona uyanır.
Alnından öpülme işi yarım kalmıştır.
Mahkeme salonlarının yıldırım sesli adamı öfkeli bir ifadeyle, “buyur kardeşim ne istiyorsun!” der.
“Abi ben Mustafa Sungur! Üstadımız yanımda yazını okuduk kendisine, senin alnından öpüyor”
Birkaç gün önce “yüreksiz” ve “uğursuz” bir adamın Fethullah Gülen Hocaefendi ile ilgili yazdığı bir yazı Bekir Berk Ağabeyin yukarıdaki hatırasını çağrıştırdı.
Neymiş efendim…
Fethullah Gülen intihara teşebbüs etmiş. Bayramda giydiği beyaz elbisede bunun kanıtı imiş.
Haki elbise darbe, beyaz intihar, siyah umutsuzluk… İyi de ne giysin adam?
Bugün Fethullah Gülen Hocafendi’ye ahlaksızca atılan iftiraları burada hiç anmayacağım ama şu trajikomik yalanlara bakar mısınız?
“Fethullah Gülen öldü, Yahudi mezarlığına gömüldü. Uçağa bindirildi okyanusu geçiyor yarın sabah Atatürk havaalanında…”
Sıradan insanları anladık da yaşını başını almış, ekranlarda boy gösteren, kürsülerde kurularak konuşan, köşelerinde yazıp çizen ümera âlimlerinin attığı iftiraları duyunca insan ister istemez bu koca koca insanların ömür finali böyle mi olmalıydı demeden edemiyor.
Bütün bu insanlar, bir sonraki gün bir kamçı gibi suratına inecek olan yalanı hiç utanmadan nasıl söyleyebiliyorlar anlamak mümkün değil.
İlkin Ege’nin camilerinden yükselen sesiyle, milyonların umudu olan, yeni dirilişi küresel bir besteye dönüştüren insan mı intihar edecek. Milyonları manevi intihardan kurtaran sesin sahibi mi intihar edecek.
İlkin Ege bölgesi camilerinde dinlemeye başladığım, kürsülerden kükreyişini, inleyişini, ağlayışını, ıstırabını, yeni bir neslin dirilişi için cami cemaatine yalvarışını gözlerimle gördüğüm insan mı intihar edecek.
Ege’den kopan diriliş rüzgârlarını, önce bütün bir Anadolu’ya sonra Asya’ya, Afrika’ya Antarktika’ya bir bahar esintisi gibi yayan insan mı intihar edecek.
Bir neslin diriltici sohbetlerinde yeniden can bulduğu insan mı canına kıyacak.
Kendi ifadeleri ile; “İnsana düşen, kendisine “gel” çağrısında bulunulacağı ana kadar sabretmesini bilmektir. Nasıl ki bir asker, terhis belgesi henüz komutanı tarafından imzalanmadan bölüğünden ayrılıp giderse askerlikten firar etmiş sayılır, aynı şekilde sahibi tarafından terhisi imzalanmadan hayat vazifesini terk eden bir insan da firarî sayılır ve böyle birinin ömür boyu yaptığı bütün ameller yanar” diyen insan mı intihar edecek.
Bir ömür boyu insanlığın ızdırabı ile inleyen, milyonların yüreğini titreten, arkasında muhteşem bir yaz bırakan ağustos böceği gibi avazesi ile gök kubbede tatlı bir sada tutturan bu büyük dava adamının sevenlerine yapılmadık zulüm, kendisine atılmadık iftira kalmadı. Bebeklerden ve kadınlardan intikam almaktan, iftira atmaktan haz alan zavallı ruhlarla karşı karşıyayız.
Tarihi hadiseler göstermiştir ki büyük insanlara atılan iftiralar, bumerang gibi er geç sahibini vurur.
Urfa’da bir otel odasında son yolculuğuna hazırlanan hasta yatağındaki Üstad Bediuzzaman için, “Çöp arabası ile onu o şehirden çıkarın” diyen dönemin iç işleri bakanının cesedinin çöp arabasında taşındığı, Üstadınsa on binlerin omuzlarında Sonsuzluğa yürüdüğünü cümle âlem biliyor.
İskandinavların bu kuzey ülkesinde odamdaki loş ışıkta yazımı tamamladığımda dudaklarımdan dökülen cümleler, kurumuş toprağa umut olmak için aralıksız odamın camlarını döven yağmur damlalarının çıkardığı seslere karışıyor…
Meleklerin imrendiği bereketli bir ömür süren Hocaefendinin sonsuza yolculuğu milyonlarca meleğin parmakları üzerinde yüzerek, koşarak olacağı aşikârdır ama senin ve senin gibi müfterilerin sonunu merak ediyorum “uğursuz” adam.