Babamın Yüzünü Unutmaktan Korkuyorum
Ağustos ayı benim için biraz da hicrandır…
Hem hatıralarımın ışığı anamı, hem de canım kardeşim Cemal Uşşak’ı bu ayda kaybettim.
Cemal Bey kardeşimin son yazısı, yayınlanmayı bekleyen “Anam ve Davam” kitabıma takdimdi.
O takdimdeki tespiti benim için bir hicrandır…
“… Bu hastalıklı gurbette bir şey daha düşünüyorum. O da iyi ki analarımız hayatta değil, iyi ki ülkemizin içinde bulunduğu bu günleri görmediler.”
Evet, ben de bu tespite yerle gök arası kadar katılıyorum.
Anam şimdi hayatta olsaydı ben ne yapardım.
2015 Ağustos’uydu. Toprak evin odasında bir başıma kaldığımda, anamın ayrılık iniltileri ruhumu, kalbimi, hülyalarımı, hatıralarımı kor bir ateş gibi yakıyordu.
Tüm gözlerden uzak, odamın en kuytu köşesinde başımı ellerimin arasına alıp düşünüyordum: Ben anasız ne yapardım?
İçimde hiç de söyleyemediğim, itiraf etmeye korktuğum duygularımın hapsindeydim. Bir anayı yavaş yavaş yitirmenin kahredici azabı içinde omuzlarıma ve gözlerime çöken ağırlığı taşımak, hayatın tüm girift yönlerini yaşamaktan daha zordu.
Kırık dökük duygularımın cenderesinde bunalmış ruhumla günahkâr ellerimi kaldırıyor, anam ve davam için dualar ediyordum.
Dualarım anamı geri döndürmeye yetmedi.
Anamdan sonra ailemiz ipi kopmuş tespih taneleri gibi dağıldı. Sadece bizim ailemiz değil, bütün bir ülke Kerbela’ya döndü.
Şiddet, zehirli bir sarmaşık gibi gün gün, saat saat, dakika dakika büyüdü, hâlâ da büyüyor.
İki yıl kadar önceydi… Kuzey ormanlarının uğultularla yeri göğü yıktığı soğuk bir kış günü ağıt gibi bir ses doluyor yüreğime: “Amcaaa! Polisler Ferhat’ı tutukladılar.”
Bu yanık ve yandırıcı ses, yufka yürekli yeğenim Hatice Öğretmen’in sesiydi.
Hıçkırıklar boğazına düğümleniyor, konuşmakta zorlanıyordu:
“Ben ne yaparım şimdi iki çocukla bu yaban ellerde? Çocuklar çok korkuyorlar, ‘Anne gidelim buralardan’ diyorlar.”
Ferhat, polislerin kolları arasında bir bilinmeze götürülüyor, anonslar bizi uçağa çağırıyor…
“Ben ne yapayım şimdi?”
Nazi Almanyası’nın inanılmaz gaddarlığını anlatan en çarpıcı filmlerden biri olan “Sofi’nin Seçimi” adlı filmdeki Sofi’nin çaresizliği geliyor gözlerimin önüne.
Hemen herkesin bildiği gibi film, Polonya’da binlerce insanın yakıldığı Nazi toplama kamplarında geçen, inanılması zor, zorunlu bir tercihi anlatır.
Toplama kampındaki genç anne Sofi, iki çocuğu arasında bir tercihe zorlanır. Çocuklardan biri yakılma fırınına gönderilecektir, öteki yaşayacaktır. Sofi’ye “İçlerinden birini seç!” derler.
Ve Sofi çocuklarından birini seçmek zorunda kalır, kalır ama geri kalan hayatında bu tercih onu dengesiz bir yaşama ve nihayet intihara sürükler.
Türkiye’de bir yıl boyunca “Aha bugün aha yarın gelecekler” diyerek sabahlara kadar polis bekle. Ve bir sabah alaca karanlıkta onlarca polisin evi basması sonucu artık çekilmez bu ülke diyerek iki çocuğunla bir Afrika ülkesine taşın. Tam bir iş kurdum kuruyorum derken, “Buradan hemen çıkmanız gerekiyor” sözlerinin verdiği şaşkınlık, telaş ve korkuyla apar-topar havaalanına gel, uçağa bindik biniyoruz, özgürlüğe yelken açıyoruz derken birden bire karşınıza dikilen iki siyahi polisin kolları arasında, gözlerinin önünde en sevdiğini bir bilinmeze alıp götürsünler.
“Amca! Ferhat polislerin kolları arasında giderken arkasına dönüp dönüp baktı. Her defasında ‘Beni beklemeyin, hemen gidin’ dedi. Ben ne yapayım şimdi?”
“Ah amcam, keşke bu sorunun cevabı bende olsaydı.
Bugünlerde cevabı olmayan o kadar çok soru birikti ki… Ağlama amcam!” diyebildim sadece.
Ağlamaya devam ederken şu kelimeler döküldü ağzından: “Uçak kalktı, kalkıyor; ben nasıl bırakır giderim onu!”
Körpecik kız Sevde Gül, “Ben babamı demir parmaklıkların arkasında görmek istemiyorum, dayanamam” diyor.
Ana yüreği paramparça oluyor.
Eşiyle ilk ve son defa hapishanenin bir köşesinde görüşüyorlar. Gamlı gözlerle birbirlerine bakıyorlar.
Görüşme süresi sadece beş dakikadır. Kelimeler, kor gibi dökülüyor dudaklardan:
“Gidin demiştim size.”
-“Gidemedim Ferhat’ım. Seni bırakıp gidemedim.”
-“Hemen gitmelisin. Çok acele. Sana da bir şey olursa çocuklarımız ne yapar bu yerlerde.”
Zamanla yarıştıklarını bildiklerini düşünüp hızlı hızlı konuşuyorlar. Meğer ne çok şey varmış konuşulacak. İnsanlar zor zamanlarda söylüyor, geniş zamanlarda söyleyemediklerini.
Siyahi bir gardiyan “Görüş bitti” diyor.
Ferhat başı önde yürüyor demir kapıya doğru. Kapıya varınca son kez dönüp bakıyor.
O anda çocuklarının gözlerindeki korkuyu görüyor:
“Hemen gidin buralardan!”
Hatice Öğretmen sonraki gün iki çocuğu ile uçağa binip özgürlüğe kanat çırpıyor.
Uçağın koltuğuna gömülüyor. Yüzünü elleri ile kapatıyor. Ağlamanın tadına varıyor.
Yıllar önce okuduğu Minyeli Abdullah romanındaki roman kahramanı Abdullah’ın eşinin,
“Yıkılsın Kahire, yıkılsın Minye!” dediği o kahırlı sözler geliyor hatrına.
İnşaat mühendisi olan Ferhat Bey ana tarafından akrabamız olur. Yaz tatillerinde dağlar arasındaki köyümüze yeğenim Hatice Öğretmen ile birlikte gelirlerdi. Köye geldiğimi duyan diğer yeğenlerim, Ali ağabeyim ve kardeşim Hasan, bir bir süzülür gelirdi. Benim tatlıya olan düşkünlüğümü bildikleri için her biri bir tatlı tepsisiyle gelirdi.
Anamın varlığı baba ocağında bizi toplardı. Ne güzel günler geçirirdik.
Bilhassa yazlar, bizim için biraz annemiz, biraz köyümüz, biraz da çocukluk anılarımızdı.
İri yapraklı asmaların altında kiraz ve dut ağaçlarının gölgesinde her akşamüstü gün batımlarında birlikte çay içer, sohbetler ederdik.
Yeğenim Hatice doğuda öğretmenlik yaptığı günleri anlatırdı. Çamura saplanan köy dolmuşunu nasıl çıkardıklarını, okulun sobasını öğrencilerin evlerinden getirdikleri tezeklerle nasıl yaktığını uzun uzun anlatırdı.
Çalıkuşu Feride derdim ona.
Hatice Öğretmen şimdi Avrupa’da. İki çocuğu ile kamp ve haym köşelerinde hayata tutunmaya çalışıyor.
Geçenlerde ziyaretlerine gittim…
Sevde Gül, hazırladığı “Baba aramıza hoş geldin” pankartını gösterdi bana.
Sekiz yaşındaki Bahadır, babasına yazdığı şiiri okudu:
Sen bir aslan gibi güçlüsün
Bir çıta kadar hızlı
Bir lemur gibi iyi bir kalbin var
Seni ormanlar gibi seviyorum
Ağaçlarla yaprakları birleştiren sensin
O iltifatlarınla büyür çiçekler
Hatice Öğretmen’e “Nasıl geçiyor günlerin?” dedim.
Önce bir içini çekti:
“Hiç sorma amca! Gün batımlarında herkes eşiyle evine çekildiğinde çocuklar görmesin diye gecelerde sessizce ağlıyorum.
En acısı da toplu programlara gittiğimizde diğer çocuklar ‘baba’ dedikçe, Sevde’nin ve Bahadır’ın gözlerindeki o mahcupluğu, boyunlarının bükülüşü beni kahrediyor.
‘Anne, duamız kabul olmuyor. Olsaydı iki yıldır babam gelirdi’ sözleri karşısında onların anlayabileceği cümleler kurmakta zorlanıyorum. Bahadır, ‘Anne, babamın yüzünü unutmaktan korkuyorum’ diyor.
Her gece yatınca uyuyana kadar baba muhabbeti yapıyor yavrularım.
Mücadele ediyorum. Dil öğreniyorum ama en çok da Ferhat’ımı dört duvar arasından kurtarmanın mücadelesini veriyorum. Gazetelere, televizyonlara beyanat veriyorum, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne, Birleşmiş Milletler’e müracaat ettim. Aradan iki yıl geçmesine rağmen hiçbir sonuç alamadım.”
Hatice Öğretmen’i akşamın alacasında iki çocuğu ile bir başına bırakıp ayrılmak benim için gurbetin en hazin sahnelerinden biri oldu.
Evin köşesinde, eli koynunda uzun uzun baktı arkamdan:
“Amca, inan babamı görmüş gibi oldum. Elin, babamın eli gibi geldi bana, hiç bırakmak istemedim.” sözleri yüreğimi yaktı.
Hatice Öğretmen ara sıra arıyor beni. Uzun uzun konuşuyoruz onunla. Bir keresinde, “Amca, hayat beni çok yordu.” dedi.
“Merak etme amcam. Ferhat bir gün mutlaka gelecek, kavuşacaksınız, eski güzel günleriniz geri gelecek. Sadece siz değil, gün gelecek bütün kapılar özgürlüğe açılacak. Karanlık evler yeniden aydınlanacak. Sevinç ve mutluluklar sokaklara taşacak.” diye teselli ettim onu.
İki yıl süren uzun bir ayrılıktan sonra onlar dün sabah birbirlerine kavuştular.