Ayağın Nerede Oğul?
Hanime Hanım, o gece yine sabahlara kadar gurbetteki oğlu Süleyman’la uğraştı durdu. Süleyman’ı üstü-başı kanlar içinde, oturdukları evin kapısından içeri giriyordu. “Oğlum niye böyle kanlar içindesin” diye feryat ediyor, fakat Süleyman hiç cevap vermiyordu.
Ağabeyi Nihat Bey; “Sus Hanim! Sus” diyordu.
Uyandığında, yüreğindeki sessiz korların, bir yanardağ gibi harekete geçtiğini gördü.
Kocası Osman Bey’i uyandırdı. “Kalk bey! Kalk! Süleyman’ımın başında bir hâl var.” dedi.
***
Hanime Hanım’la postacı olan kocası Osman Bey, İstanbul Güneşli’de tarla içindeki ıssız bir gecekonduda yaşıyorlardı.
Oturdukları evin etrafındaki geniş çimenliklerde koyunlar, kuzular, sığırlar yayılırdı.
Yollar, kışın diz boyu çamur, yazın da toz deryası olurdu.
Ard ardına gelen çocukları Şaban, Sinan, Dürdane ve Süleyman’la gönülleri ve evleri sevinçle dolmuştu.
Her sabah çocuklarının el ele tutuşarak güle- oynaya okula gidişlerini arkalarından uzun uzun seyrederdi Hanime Hanım.
Evlerinde elektrik yoktu. Çocuklar geceleri, gaz lambasının önüne sıralanır loş duvarlarda yansıyan ışık ve gölge oyunları arasında ders çalışırdı.
Yazları da bir tekstil fabrikasında okul harçlıkları için ter dökerlerdi.
Yıllar bir su gibi akıp geçmişti.
Çocukların her biri bir okuldan mezun olmuştu. Evin en küçük oğlu Süleyman Marmara Eğitim Fakültesini bitirmişti.
Artık o bir öğretmendi… O yakıcı gözler, o arkaya doğru taranan hafif dalgalı gece karası saçlar, o yiğit yüz, o boy pos, o endam…
Öylesine soylu, öylesine sevimliydi ki…
Bakmalara kıyılmaz.
O yıllarda Fethullah Gülen Hoca efendi, dünyanın dört bir yanına hicret etmeleri için yaşlı gözlerle, hisli sözlerle Anadolu insanın duru gönüllerine dokunuyordu.
Süleyman da mazlum milletlerin afakında bir umut ışığı olmaya karar verdiğinde, kaderine fakir bir ülke olan Bengaldeş düşer.
Anası, gurbete gideceğini öğrendiği günden beri, bir türlü dinmek bilmeyen yaşlarla dolu gözlerle oğluna;
“Süleyman’ım yürüyerek ayrıldığın ülkene yürüyerek dönebilecek misin?” der.
Anaların yüreği, her bir şeyi önceden hissedermiş.
Süleyman’ının ardından yorulmak nedir bilmeyen yağmurlar gibi günlerce akar gözyaşları.
Süleyman’ı alıp götürmüştür yüreğini.
Yüce dağların çevrelediği ıssız ve karanlık bir vadide bir başınadır sanki.
Gönlünün ufkunu tutan kara bulutlardan bir fırtına kopacağını hissediyordu.
***
1996 Ağustos’u…
Bir fırını andıran Başkent Dakka alev alev yanmaktadır.
Süleyman Öğretmen Bengaldeş’te kendini başka bir gezegene gelmiş gibi hisseder.
Havaalanında yolcuları çıkışa götüren yolun kıyısındaki demir parmaklıkların arasından, yüzlerce sefil ve perişan insanın;”Bundo, bundo” diye ellerini uzatarak dilenmeleri yüreğine dokunur.
Kendinden önce gelen arkadaşlarının bir okuldan kiralamış oldukları birkaç sınıfla o yıl eğitime başlamak isterlerse de okulun eşyaları Türkiye’den zamanında gelmediği için, açılış bir hayli gecikir.
Tek bir öğrenci bile müracaat etmez okula.
Bir gün oğlunu hiçbir okula kayıt yaptıramamış olan bir adam çocuğu ile çıkagelir.
O günü bayram ilan ederler.
Uzun süre çocukları olmayan çiftlere anne-baba olma mutluğu bağışlayan kutlu bir evlat gibi, o çocuğu bağırlarına basarlar.
Baharın müjdecisinin o ilk utangaç çiçeğin olduğunu anlarlar.
Baba oğlundaki olumlu gelişmeyi önüne gelene anlatınca kısa sürede okulun öğrenci sayısı altıya yükselir.
O yaz öğrenci bulabilmek umuduyla köy köy dolaşırlar.
Süleyman Bey gittiği köyden altı öğrenciyle döner.
Bu çocukların üzerinde, kıyafet olarak sadece mahrem yerlerini örtecek kadar bez parçalarından başka bir şey yoktur.
Üst-baş alır onlara.
O yaşa kadar hiç ayakkabı giymemiş olan çocuklar, hangi numarayı giyseler;
“Sir! Acıyor” derler.
Taşradan gelen öğrenciler için bir yurt binası kiralarlar.
Süleyman Öğretmen şehri gezmeye çıktığı bir gün kaldırım kıyılarındaki kulübeciklerde kalan insanların sefaletini gördükçe, yağmurlar çokça yağdığında sel sularının alıp götürdüğü sefil çocukların yürek yakan öykülerini duydukça, Amerikalıların ve İngilizlerin yıllar önce okullar açtıklarını öğrenince; “buralara gelmekte çok geç kalmışız” der.
Okulun açıldığı ilk gün öğrencilerin üst-başlarını tek tek kontrol eder. Taşradan gelen çocukların kentli öğrencilere karşı mahcup olmasına gönlü razı gelmez.
Kısa bir süre sonra Türk okulunda okumak büyük bir itibar haline gelir.
Sıcakların şehri bunalttığı bir gün yurttan okula gitmek için rikşa denilen yerel bir araca biner. Bindiği aracın sürücüsü ansızın ana yola dalınca bir minibüsün üzerine doğru geldiğini fark eder ve kendini araçtan dışarı atar.
Minibüs, sol bacağını baldırından kapıp metrelerce sürükler
İyice ezilmiş olan sol bacağının gövdeden kopan bir dal gibi, küçük bir et parçasıyla vücuduna tutunduğunu fark eder.
“Taksi” feryatları etrafını saran meraklı kalabalığı aşamaz.
Nihayet duran bir motoguzziye bindirilir. Sürücü sallanan bacağı içeri yerleştirmesine yardımcı olur.
Hava sıcaktır.
Rikşa oldukça dardır. Kafası tavana değmektedir. Bir bacağı yerde, diğeri havada hastanenin yolunu tutarlar.
Sokaklar insan selidir. Araç güçlükle ilerlemektedir.
Bir Çin hastanesinin önünde durduklarında herhalde donanım yetersizliğinden olmalı ki doktor; “hemen götür” buradan, der sürücüye.
Acıyı bütün şiddetiyle hissetmeye başlar. Başı dönmekte, gözleri kararmaktadır. Şehrin öbür ucundaki devlet hastanesine bu hızla bir saatten önce varmaları mümkün değildir.
O bayıltan sıcakta ölümün soğuk nefesini hisseder. Namaz borcu olup olmadığını düşünür, bir de anasını.
Bayılmamaya çalışır, bayılırsa öleceğini bilir.
Bir ara motoguzzi apansız durur. Sürücü kaputu açar ve tamir etmeye başlar. Bir bacağı havada bir bacağı yerde öylece acılar içinde kıvranmaktadır. Aracın içi kan gölüne dönmüştür.
Ne yazık ki çok değerli dakikalar an be an erimektedir.
Beyaz önlüklü bir hemşireyi hayal meyal karşısında görünce kendini bırakır.
Bir anda bütün ışıklar söner.
Hemşirenin şefkatli tokatları ile ayıldığında imzalaması için bir kağıt uzatırlar. Kolunu kımıldatacak mecali yoktur.
Yeniden bayılır.
Sedye üzerinde ameliyat odasına götürülürken arkadaşı İsmail Bey’i hayal meyal görür, “dua et” diye kımıldar dudakları.
O gece bitmek nedir bilmez. Sanki yaşamıyordu, sanki başka bir dünyada ona işkence yapıyorlardı. Bacağını testere ile kesiyorlar, kıyma makinesinden geçiriyorlardı.
Sabah elinde kağıtlarla bir görevli yine karşısına dikilir. Bu defa yanında İsmail Bey de vardır.
“Ne istiyorlar” diye kımıldar dudakları.
“Süleymancığım! Bacağını kesmek zorundalar.”
” Başka çaresi yok muymuş?”
“Türkiye’ye de sorduk, maalesef, başka çaresi yok”.
” Ne yapalım! Kessinler o zaman. ”
Gurbetteki hastane odasına sukutun bozulmasından korkan derin bir hüzün çöker.
“Ne zaman kesecekler?”
Ömrünün en zor sorusu, bir kor gibi düşer İsmail bey’in ipek yüreğine, dudakları titrer.
“Kestiler hocam” der.
Üzerindeki örtüyü açtırıp bacağına bakar, yerinde yoktur.
Güneşli’nin çimenliklerinde oynadığı, kardeşleriyle el ele tutuşarak okula gittiği, Sibirya’nın soğuğunda, Bengaldeş’in sıcağında koştuğu günler geride kalmıştır.
Ayağı hep yerinde duruyor gibi gelir. Sık sık üzerindeki örtüyü açtırır, bakar.
“Beynin, bir uzvun yokluğunu kabullenmesi altı ay kadar sürer” der doktorlar.
Hanime Hanım, Süleyman’ın bacağının kesildiği gece yine sabahlara kadar rüyasında, gurbetteki oğluyla uğraştı durdu.
Süleyman üstü-başı kanlar içinde, oturdukları evin kapısından içeri giriyor, dayısı Nihat Bey de arkasında duruyordu.
“Oğlum niye böyle kanlar içindesin” diye feryat ediyor, fakat Süleyman hiç cevap vermiyordu.
Ana yüreği hissediyordu, mesafeler mani olamıyordu.
O günlerde Bengaldeş’e giden Cumhurbaşkanı Demirel, Süleyman Öğretmen’i uçağına alarak Türkiye’ye getirir.
Uçakta kendi yatağını tahsis eder. Nazmiye Hanım’la sık sık yanına uğrarlar, başını okşarlar, teselli ederler. “Üzülme, yürüyeceksin” derler. “Tedavi masraflarını ben üstleneceğim” der Demirel.
Bir bahar akşamının serin elleri, günün son kızıl saçlarında gezinirken, Süleyman Öğretmen’i getiren uçakta İstanbul’a iner.
Mahşeri bir kalabalık karşılar.
Ömrünün baharında, cepheye uğurlanan polat ruhlu yiğit yüzlü gaziler gibi, iki ayakla çıktığı ülkesine tek ayakla döner.
Hani köyünden bir fidan gibi sapasağlam çıktığı halde geri dönerken, bir ayağını ya da bir kolunu cephede bırakıp dönen yiğitler vardır ya.
İşte öyle…
Anası Süleyman’ını görürü görmez; “Ayağın nerde oğul?” diye inler.
“İnsanlık elden gidiyor ana, ayağın da lafı mı olur”
İşte o an Anadolu anası, zamana “dur beni dinle” dercesine şu tarihi sözü söyler;
“Oğlum Süleyman’ım Kalb nakli oluyor da ayak nakli olmuyor mu? Benim ayağımı sana taksınlar da sen yine koşmalarına devam et”